Sayfalar

28 Ekim 2021 Perşembe

KİTAP ÇIKARAN BLOGCULAR 2

 



Hale Nur Durmuş (Sessiz Gemi)-Vincent Konağı

Makbule Abalı (Uçun Kuşlar)-Geriye Kalan

Hanife Mert (Yaren)-Düş Batımı

Ece Evren-Kara Pazarlar

Mehmet Osman Çağlar-Mavi Mısralar

Gülsen Varol-Albümdekiler/Cehennem Deresi

Mert Ofluoğlu (Kafa Dergi)-Ters Düz

Büşra Nebati-Benden Duymuş Olma Da

Kezban Şahin Taysun-Aynadaki Göz/Kelebekten Sığınak

Deniz Moralıgil (Vladimir’in Derdi)-Gölge Falı/İki Mükemmel Boşluk

Erdi Karadeniz-Pesimisyon/Beni Sevmek Zorundasın/Bu Şartlar Altında Ölemem

Berkay Daçe-Gökdelenin Tepesinden İnsan Manzaraları

Nurşen Şenol Güllüoğlu (Leylak Dalı)-Mutfağın Hatıra Defteri

Tolga Yazıcı-Parçalanmış Gülüşler/İçimde Ölen Biri Var

Hamiyet Akan (Yürekten Kaleme)-Göçebe Şehrin Efendisi

Gonca Keskin-Gül Kurusu Öyküler

Ezgi Duran-Altın Çağ

Eren Özeren Özgül (Okuma Günlüğüm)-Girişim

Benokız-Sevgiler Beno’dan

Birgül Özen-Ev Anası

Sezer Özşen (Momentos)-Anıltı


Bu liste de pandemi öncesinde kitap çıkaran blog arkadaşlarımızın listesi. Arada unuttuğum veya bilmediğim varsa arkadaşlarım söylesin, hemen eklerim. Bu kitapların nerdeyse hepsini okuyup yazmıştım blogumda. Okumadığım birkaç tane var, sevgili Momentos'un kitabı, sevgili Vladimir'in kitapları, sevgili Tolga'nın ikinci kitabı.

27 Ekim 2021 Çarşamba

KELİME OYUNU 10




Kelime Oyunumuz devam ediyor. Beş kelime vererek bu kelimelerin de içinde olduğu öykü, şiir, deneme benzeri herhangi bir yazı yazıyoruz. Herkes kelime verebilir veya yazı yazabilir. Haftanın kelimeleri benden.

Kelimeler: Ceket/Ufuk/Göç/Kapı/Titremek


GÖÇ

"Rüzgar var.."

Elindeki kâğıda yazdığı kelimelere bir süre bakıp kaldı. Ardından içinden geçip giden bir titremeyle birlikte bakışlarını ufka yöneltti. Soğuktan boynunu içeri çekmiş, ceketinin yakasına sığınmış, oturduğu taşın alçak olması sayesinde de dizlerini mümkün olduğunca kendine çekmişti. Dizlerine dayadığı bir evrak çantasını minik, portatif bir masa gibi kullanarak üzerine yerleştirdiği deftere yarım saattir sadece iki sözcük karalayabilmişti. Yazmak için neden böyle bir yer seçtiğini ondan başka kimse anlayamazdı. Donmadan önce söyleyeceklerini toparlayabileceğini umuyordu zira rüzgâr sanki gittikçe daha keskin bir soğukla geri geliyordu.

Bulunduğu tepe diğerlerinden daha yüksekteydi bu yüzden ufka kadar her şey ayaklarının altındaydı. Güneş yarım saat sonra batmaya hazırlanacaktı bu nedenle her yer o muhteşem sanat eserlerindeki gibi rengârenkti. Bunca soğuğun nedeni kuzey tarafında yani sağında kalan ve uzakta olsa da daha yüksek oldukları su götürmeyen dağların tepelerine kremşanti gibi oturmuş olan karlardı. Rüzgâr oradan hızını alamayıp vadiye doğru akarken beraberinde kar kokusu taşıyordu. Aşağıda kıvrım kıvrım yollar ve dereler ve bunların arasında engebeli araziyle beraber dalgalanan çeşit çeşit ve rengârenk bitki yakında kışın bastıracağını inkâr eder gibiydi. Ufukta denizin gümüşi mavi çizgisi bir anda göğe karışırken insan oradan devam etse bulutlara ulaşacakmış gibi hissediyordu. Gökyüzüne açılan gizli bir yol gibi. Dağlardan kopup gelen bu soğuk hava akıntısı doğanın sesini de bastırıyordu. Kuşlar, böyle bir manzaranın ev sahibi en çok onlarken, şimdi yuvalarına çekilmiş yakında edecekleri göç için plan kurarken sessiz bir bekleyişe girmişti.

Saçları tokasından kurtulup yüzüne çarpıp duruyordu. Bir süre sonra onlarla da mücadele etmeyi bırakmıştı. Her detayını hatırlamak için manzaraya defalarca göz gezdiriyordu. Her rengi, her gölgeyi ve her konturu hatırlamak istiyordu. Yıllar sonra bile hafızasından bu renkleri bulup çıkartabilmek için onu iyi bir şekilde kaydetmeliydi. Hatta rüzgârın bu korkunç sesi ve soğuğunu bile hatırlamak isterdi.

"Rüzgâr var… İçimde de dışımda da bir fırtına kopuyor..." Sonunda ilk cümleyi tamamlamıştı. Susadığını hissetti. Dudakları çatlamış gözleri bile kurumuştu. Neyse ki daha fazla oyalanmasına gerek kalmadan yazdığı ilk cümleden sonra açılan zihniyle sayfaları büyük bir hızla doldurmayı başardı. Kâğıtları toparlayıp dosyaya ve ardından evrak çantasına koydu. Güneş neredeyse batmak üzere olduğundan her şey şimdi daha farklı görünüyordu. Sanki bir çeşit boyutlar arası kapı gibi güneş battığında karanlık ve ıssız bir dünyaya geçiş yapılıyordu. Oturmaya devam ederse hem fiziken hem de mental olarak iyice hasta olacağından emindi. Bu yüzden ayağa kalktı. Bir damla gözyaşı onun harekete geçmesini beklemiş gibi yanağından süzüldü. Ardına dönüp biraz gerideki bir ağacın önünde onu bekleyen arabasına yöneldi. Aracı bile hüzünlü bir soğuğu içine çekmiş gibiydi. İçine binip evrak çantasını yolcu koltuğuna bıraktı ve kapıyı kapattıktan sonra kontağı çalıştırdı. Isıtıcıyı açar açmaz bedeni kendini tutmayı bırakıp tir tir titredi. Biraz da o şekilde kendine gelmeyi bekledi. Ardından navigasyonda havaalanını bulup işaretledi ve yola çıktı. Artık buraya geri dönmesi mümkün olmayacak ve hayatına bilmediği yeni bir şehirde devam edecekti. Hayat çok tuhaf diye düşündü.

Son..



KÜTÜPHANECİ

Fırtınanın sonunda dinmesi huzurla beraber garip bir tedirginlik vermişti. Sanki güneşin parlak gülüşüne aldanıp rahatlarsam hiç beklenmedik bir köşeden üzerime korkunç bir yaratık saldırabilirmiş gibiydi. Yine de fırtına yılının bitmesine sevinmeliydim. Şimdi önümüzde gittikçe sıcaklaşan bir yaz yılı olacaktı. Fakat en azından yiyecek ve su sıkıntısı çekmeden ve kemiklerimize kadar titremeden bereketli bir yıl geçirebilecektik. Fırtına yılının ardından buzlar şimdiden eriyip altındakiler ortaya çıkmaya başlamıştı. Birer harabeye dönmüş hayaletli binalardan çoğunun artık birkaç duvarından başka bir şeyi kalmamıştı. Biz en iyi korunmuş olanlardan birinde sığınmıştık. Bütün açıklıkları çamurla ve dallarla sıvamış ve etraftan bulduğumuz başka şeylerle kapatmıştık. Odalardan bazılarını erzak deposu haline getirmiş ve sıcak kalabilmek için hepimiz bir odada toplanmış böylece daha az odun harcamıştık. Şimdi yaz yılı gelmişken işimiz daha kolaydı. Kışa kadar yeniden erzak toplayıp depolayabilir ve yakacak odun biriktirebilirdik. Kocaman binanın birçok odası depomuz olmak için hazırdı. Elbette tüm bunları yaparken yerimizi yabancılara belli etmemek en önemli meseleydi. Ve tabii ki canavarlara. Onlar bizi kokumuzdan bile bulabilirdi. Bu nedenle eve hep farklı ve dolambaçlı yollardan döner ve takip edilmediğimizden emin olurduk.

Geçen gün yiyecek aramak için etrafı gezdiğim bir sırada çok garip bir yer keşfetmiştim. İşte bu gün de aynı yere geldim. Kabile büyüklerimizin elinde çok eskiden kalma bir nesne nedeniyle burada bulduklarımı tanıyordum ama hiç bu kadar çok ve bir arada olduklarını görmemiştim. Hatta kabilemizdekinin dünyada tek olduğunu sanıyordum. Bu şeyin adı Kitap'tı. İçinde düşündüklerini kaydeden yazı denen bir şey vardı. Onu da öğrenmiştim. Kabilemizdeki kitapta çiftçilik hakkında kadim bilgiler vardı. Ben de yazıyı öğrendikten sonra ağaç kabuklarına ve duvarlara büyük olayların kayıtlarını tutmaya başlamıştım. Ama dedim ya bizdekinden başka bir kitap olduğunu hiçbirimiz bilmiyorduk. O nedenle bu yeri bulduğumda adeta büyülenmiş gibi oldum. Yarısı yıkılmış odanın yıkık duvarından içeriye tatlı gün ışığı giriyordu. Buranın yeni yıkılmış olduğu çok belliydi çünkü başka türlü olsa bu narin nesneler çoktan eriyip gitmiş olurdu. Şimdilik sadece üzerlerini sarmaşıklar örtmüş haldeydi. Yaz yılında bitkiler çabuk büyüyordu. Bir an önce hepsini okumak istiyordum ama en önemlisi de bulduğum bu hazineyi çabucak koruma altına almaktı. Bu yüzden kabile büyükleriyle çabucak plan yapıp yanıma birkaç kişi almıştım. Artık hepsini ayarladığımız depoya taşıyabilecektik. İşte bu benim antik dönemlerdeki gibi bir kütüphaneci oluşumun hızlı ve kısa hikayesidir.

Son


208 Nolu Oda

208 nolu odaydı. İçeride krem, kahve ve tanıdık art nouveau renkleri ve stili hakimdi. Dört direkli yatağın üzerinde perde yoktu fakat kat kat serili örtülerin üzerinde bir de uçları yere kadar değen el işlemesi açık krem rengi bir dantel örtü serilmişti. Duvarlarda açık zemin üzerine yeşilin farklı soft tonlarında vahşi bir ormanı çağrıştıran bitkisel bezekli duvar kağıdı kaplıydı. Buna uyumlu şekilde tirizli pencerenin iki yanında kurdele ile toplanmış kalın yeşil bir perde salınıyordu. Kar beyazı tül açık pencereden içeri giren havayla hafifçe bir kabarıyor bir düzeliyor aynı zamanda pencerenin önündeki kısmı batmakta olan güneşin altın rengini alıyordu. Bütün mobilyalar zarif kıvrımlara ve kenarlarda yükselen veya sivrilen köşelere sahipti.

Köşede yuvarlak ceviz ağacından bir çay masası ve iki rahat sandalye bulunuyordu. Masada birisi tam dolu birinin yarısı içilmiş çay fincanı buz kesmiş halde son bırakıldıkları yerlerde bekliyor hemen yanlarında da bir demlik duruyordu. Demliğin yanında hiç dokunulmamış kurabiye dolu bir tabak, dantel peçeteler, şık gümüş kaşıklar ve lokumlar keyifli öğle saatlerini hatırlatıyordu. Bu görüntüyü bozan tek şey masadaki ufak kare dantelin üzerine düşmüş iki minik kırmızı lekeydi.

Yere halı yerine oval otantik bir kilim atılmıştı. Mobilyalar ve parke yeni cilalanmış gibiydi. Etrafta ne bir dağınıklık ne de toz zerresi vardı. Odada dağınık olan tek yer makyaj masasıydı. Kadın bu aynalı masanın üzerinde bütün yaşamını bırakmış gibiydi. İki çerçeveli fotoğraf, takılar, yüzükler, divit uçları, mektuplar, bir balo maskesi, anısı olduğu belli olan gümüş bir kolye ucu, hokka ve mürekkep, dünyanın öbür ucuna ait bir harita ve büyüteç, deri bir çanta, toz alma fırçası, mektuplar için mühür mumu ve damgası, takı kutularına ait gibi görünen iki minik anahtar ve hatta bir çift terlik bu masanın üzerinde duruyordu. Makyaj için kullandığı setler ise çekmeceye tıkılmıştı. Aynanın her köşesine birkaç fotoğraf sıkıştırılmıştı. Bu masa ve üzerindeki tıklım tıklım eşyalar, fotoğraflar, mektuplar ve anısı olan nesneler adeta kadının kendisiydi. Onun bütün hayatı, yaptıkları ve yapacak oldukları, sevdikleri ve özledikleriydi. Odanın gerisinin dokunulmamış gibi boş olmasına rağmen bu masanın bu kadar kalabalık ve karışık olması onun anılarını bir arada tutup kaybetmek istememesi olarak açıklanabilirdi belki de.

Masaya ne kadar süre bakıp kaldığımı bilemiyordum. Üzerindeki eşyaların fotoğrafları çekilmeye başlandığında kendime geldim. Not defterime göz atıp yazmadıklarımı ekledim. Sonra pencereden dışarısını kontrol ettim. Pencereye yakın hiçbir ağaç yoktu. Dışarısı alabildiğine açık ve müthiş bir kıyı manzarasıyla doluydu. Sessizce kaybolmak için muazzam bir yerdi. Kapıda zorlama yoktu. Pencereden içeri girmek de mümkün görünmüyordu. Odada elle tutulur pek bir şey bulduğumuz da söylenemezdi. O iki küçük vişne rengi leke olmasa kadının bilerek saklandığını ve kaçıp gittiğini düşünürdüm. Zira soylu ailesi her yerde peşindeydi. Fakat içgüdülerim bu gizemi çözmenin zor ve karmaşık olduğunu ve tehlikenin çok yakın olduğunu söylüyordu. Onu bir an önce bulmak zorundaydım. İşe çay partisinde ona eşlik edenin kim olduğunu bulmakla başlasam iyi olacaktı. Olay çözülene kadar müthiş bir migren atağı geçireceğimden emindim. Sinirlerim şimdiden gerilmeye başlamıştı.

Sandalyelerden birinin köşesinde minik bir parıltı görünce dikkatim buna kaydı. Gidip kontrol ettiğimde minik bir küpeyle karşılaştım. "Misafirimiz bir kadın, soylulardan biri veya çalışanı değil, orta gelirli biri olmalı." diye seslendim. İlk bakışta fazla bir şey söylemek mümkün olmuyordu. Küpeyi daha sonra incelemek için bir torbaya koydum. Kadının kendisine ait olmadığından emindim çünkü imitasyon olduğu belliydi. Odada kalan işleri diğerlerine bırakıp dışarı çıktım. Heyecandan ve stresten karnıma ağrılar giriyordu. Bu gece sabahlar olmayacaktı.

Son


LUVIN FOLKHOUT'TAN BİR NOT

Yılbaşı gecesini devasa bir göktaşı süslerken bu yılın her zamankinden farklı olacağı ve bir şeylerin ters gideceği belliydi. Ama o gece herkes gökyüzünü boydan boya kesen ateş topunun kızıl şöleninden gözlerini alamazken duydukları heyecandan başka bir şey yoktu akıllarında. Karlı dağın üzerine düşerken etrafı birbirine katıp kendine uygun bir çukur açan göktaşını bulmak kasabadaki herkes için o gecenin en büyük eğlencesi olmuştu. Şerif iyi araç kullanan birkaç kişiyi ve dağcılık deneyimi olanları toplayıp bir ekip kurmuş ve yanlarına gerekli malzemeleri alarak yola çıkmıştı. Kaza bölgesinde kimsenin olmadığından emindik fakat yabancılar da zaman zaman o bölgeye kamp yapmaya geliyordu ve birinin yardıma ihtiyacı olabilirdi.

On beş kişilik ekip oraya varıp alevler halindeki kayayı ve yarattığı devasa çukur ile çıkarttığı yangını gören ilk kişiler oldu. Düştüğü bölge kar ve buzla kaplı olmasına rağmen büyük bir alan buharlaşmış, çıplak kalan ağaçlarınsa tepeleri tutuşmuştu. çukurun etrafında normalde kar altında duran otlar ise kömür olmuştu. Etrafta yardıma ihtiyacı olan kimseyi bulamamışlardı. Kayaya yaklaşmaksa o sırada mümkün değildi hala soğuması gerekiyordu. Bu nedenle minik yangınları kontrol altına almak için bir iki ağaç devirip yeni yılın ilk öğlen saatlerinde geri dönmüşlerdi. Tam soğuma için ne kadar süre geçmesi gerektiğini bilemiyorlardı. Bu sırada şerif belediye başkanıyla toplantı yapmış ve daha yüksek kişilere gerekli haberler verilmişti. Belediye başkanı soğumanın ardından örnekler alınıp analiz yapılmasını istemişti. Böylece bir kısmını NASA gibi kurumlara sattıktan sonra bir kısmını da turizm için kullanmayı düşünüyordu. Böylece kasabaya ek kaynak elde etmiş olacaklar ve kasabadaki herkese bir miktarı eşit şekilde dağıtarak memnun edecekti.

Kayanın büyüklüğüne göre soğumasının üç gün sürmesi gerektiği hesaplanmıştı. Fakat ertesi gün kontrol etmek için gidildiğinde daha dün yaklaşmadan bile ısısını yüzümüzde hissettiğimiz nesnenin buz gibi soğumuş olduğunu gördük. Bu tuhaftı. Örnekler alıp analize gönderdiğimizde sonuçlar daha da şaşırtıcıydı. Kayanın tamamı dünyaya yabancı yeni bir maddedendi. İçindeki elementlerin hiçbiri daha önce tanımlanmamıştı. Radyoloji testindeyse tamamen hayalet gibi davranıyordu. Yani bir kurabiye bile belli oranda radyasyon yayardı, insan vücudu da radyasyon yayardı bir taş bile. Fakat bu nesne yaymıyordu. İnsan sağlığına zarar verici herhangi bir özelliği olup olmadığını araştırmaya devam ettiler ve olaya uzayla ilgili ne kadar kurum varsa hepsi dahil olmaya başladı. Bazısı ortak çalışmaya yatkınken bazısı tümüyle kendilerine ait bir olay olarak görüp kargaşa yarattı. Olaya devlet el atıp herkesin araştırma hakkı olduğunu ve sonuçları birbiriyle paylaşmak zorunda olduğunu hatırlattı. En sonunda diğer ülkeler de işin içindeydi.

Bu işler bir yanda devam ederken kayanın büyük bir bölümü her yere örnek olarak gönderildi. Kasabada kalan kısmı artık sadece iki kilogram kadardı ve ne olduğu anlaşılana kadar kimse dokunmasın diye üzerine vakumlu kırılmaz camdan bir kafes yapıldı. Etrafı da kraterin kenarlarından itibaren bir yürüyüş platformuyla çevrelendi ve aşağıya iniş engellendi. Artık turistler onu yukarıdan seyredebilecekti.

Ve bilmediğimiz bir kötülük bu şekilde tüm dünyaya yayılmış oldu. İlk belirtileri bahar vakti hissettik. Kiraz çiçekleri kahverengi açtı ve meyveleri olgunlaşmadan çürüyüp döküldü. Çimenler yeşil yerine sarı ve kahverengine dönüşmüştü. Bütün ağaçların yaprakları koyu kahve siyah ve mora dönüşmüştü. Ağaçların içinden çürüme kokuları geliyordu. Hiçbir meyve ve sebze verimli olmadı ve kirazlar gibi onların da çoğu dalında çürüyerek büyüdü. Bitkiler çürüdükçe oldukları yerde zehirli gazlar oluşmaya başladı. Kayayı gören ilk on beş kişi yangın ve ısıyla açığa çıkan müthiş bir enerjiye maruz kalmış olmalıydı ve bahar bitmeden hepsi aynı zamanlarda kalp ve akciğer sorunları yaşamaya başladı. Kimse olanların hala o nesneden kaynaklandığını akıl edememişti. Herkes başka ülkeleri suçladı ve kimyasal deneyler olabileceğini iddia etti. Fakat aynı şeyler tüm dünyada görülmeye devam ediyordu. En sonunda bazıları taşlara dokunanların ve yaklaşanların benzer şeyler yaşadığını fark etti. Taşların bulunduğu ve geçtiği şehirlerin de benzer şeyler yaşadığını anlamaları çok sürmedi. Hemen ardından daha kötüsü başladı. Taşların yaklaşık 4km çevresi bu şekilde bir çürüme alanına dönüşüyordu bu nedenle oldukları yerler 4km kadar tecrit edilmeye başlandı. Böylece dünya çapında yaklaşık 8 bölgede tecrit alanları oluşmuş oldu ve kasabamız da bunlardan birinin içinde kaldı.

Birkaç yıl içinde dünyayla bağımız koptu. Erzak göndermeyi ve haberleşmeyi azalttılar. Kendimizle yakında tümüyle baş başa kalacağımız belliydi. Bazıları kaçmaya çalıştı fakat buna yeltenenin sonu kötü bitiyordu. Ormanlara artık giremez olmuştuk çünkü yaklaşınca bile zehirden etkileniyorduk. Ve bir gün ormanda garip bir şey görüldüğü şüphesi üzerine gaz maskeleriyle araştırmaya gittik. İşte o zaman olayların bu kadarla kalmayacağını anladım. Ağaçların arasında tıpkı ağaca benzeyen fakat gövdesinin tam ortasında cam muhafazasından çıkartılmış uzaylı kaya parçasını taşıyan gözlerinde ve gövdesinin içinde mavi bir ışık parıldayan tuhaf bir canlı dolaşıyordu. Niyetinin kötücül olduğunu ona bakarken bile hissetmek mümkündü.

Karşımıza çıktığında ne yapacağımızı bilemez halde öylece donakaldık. O da bir süre bizi süzdü. Ardından ona en yakında duran adama sarmaşığa benzeyen dokunaçlarını bir anda fırlatıp boğazından yakaladı ve bir iki saniye içinde onu da kendisine benzer ağacımsı bir yaratığa çevirdi. Adamın bilinci de tamamen onun kontrolüne geçmiş gibiydi. Çok geçmeden kaçmaya çalışan diğerlerini avladı. Ormanın içinden düz bir alana çıkmayı başardığımda peşimden gelemediğini gördüm. Belki de sadece gelmemeyi seçti.

Kasabaya döndüğümde olanları herkese anlattım. Bu olay kasabada bir süredir birilerinin neden kaybolduğunun cevabı gibi duruyordu. Ne yapmamız gerektiğini tam bilemezken bir yandan da dışarıyla iletişim kurmaya çalıştık. Ama kimse cevap vermiyordu. Destek alamazsak teker teker ava dönüşecektik ve en sonunda o şeyin tecrit alanından çıkmayı başaracağından da emindim. Ve daha onun ne olduğunu bile anlayamamıştık. Umarım bu notu birileri okumayı başarır çünkü başımıza ne geleceğini bilmeden bunu dayanıklı olması için plastik bir şişenin içine kapatacağım.

Tecritten sonra 10.04.0005

Luvin Folkhout


MASKE VE GÜLLER

1621'in buz gibi bir kış gününde son kez koridorlarından geçtiği konağın kapıları Fırtınabaşı Tepesi'ne düşen yıldırımlar gibi büyük birer gürültüyle çarparken bundan başka yalnızca kalp atışlarını duyabiliyordu. Bütün o şatafatlı avizeler, altın kaplama vazolar ve mermerler bütün o ipekler ve satenler ve kendilerini zengin yiyeceklerle şişirdikleri etlerinin altındaki cılız kemiklerine rağmen güçlü sanan ve kendinden olmayan herkesi ezip yok ederek bütün haksız yolların kitabını yazan zavallı sürüsünden geriye kalanlar... hepsi ve her şey buz tutmuş bir kızıla boyanmış biçimde hareketsiz duruyordu. Ana kapıya doğru ilerlerken bakışlarını ilerlediği yoldan ayırmadan masalardan birinde duran vazoya tıka basa doldurulmuş kırmızı gülleri tek hamleyle aldı. İçlerinden bir iki gül masaya ve yere düştüğü halde umursamadan sakince yürümeye devam etti. Konağın bembeyaz sütunları ve mermerle süslü merdivenlerinden yine aynı sakinlikte indi. Ne var ki bu bembeyaz giriş bile ona artık cehennem gibi kızıl bir renk olarak görünüyordu. Sokak tenha sayılmazdı. Bir iki kişi çığlıkları duymuş olmalı ki ürkekçe ondan tarafa doğru bakıyor fakat bir yandan da göz önünde olmamak ister gibi adımlarını hızlandırarak yollarına devam ediyordu. Temiz havaya çıkmak kalp atışlarının yavaşlamasına yetmemiş olsa da derin bir nefes alıp gökyüzüne baktı. Gökyüzü de nar gibi parlak bir kırmızıya bürünmüştü. Güneş henüz öğle saatlerindeydi. Adımlarını bozmadan aynı hızda taş döşeli yolda ilerlemeye devam etti. Birbiri ardına dizilmiş evlerin sınırladığı sokakta bir iki köşeyi döndü ve nehir kenarında daha geniş duran sokağa ulaştı. Nehir boyu biraz daha ilerleyip bir iskeleye çıktı ve sonunda durdu. Sular kırmızı bir şarap gibi aheste aheste akıyordu. Bütün renkler ona o andan itibaren böyle görünmeye başlamıştı ve bunun ne kadar devam edeceğini bilmiyordu. Kuş tüyleriyle süslü maskenin ardında gözleri kan çanağına dönmüştü ve gözyaşlarının ne kadar süredir aktığından haberi bile yoktu. Yanında getirdiği gülleri bir çırpıda nehre savurdu. Siena Bemole böyle sessizce bekleyip suya kapılan gülleri izleyerek yasına son verirken onu sadece konaklardan birinde hizmetçi olan annesinin isteği üzerine bir kuyudan su taşıyan küçük bir kız gördü. Kız onun kırmızı ve siyahlar içindeki süslü kıyafetleri ve kuş tüyü kaplı maskesinin ardında kurdele ile toplanmış saçlarına bir süre bakıp neden üzgün göründüğünü anlamaya çalıştı. Uzaklardan çan sesleri duyulduğu sırada çatılardan bir anda havalanan güvercinler dikkatini gökyüzüne çekti. Kısa bir süreliğine kuşları izledikten sonra tekrar Siena'ya bakmak istediğindeyse orada kimsenin olmadığını gördü. Bu kadar hızlı ve sessizce gölgelere kaybolup gitmiş olmasına pek fazla şaşırmadı ve elindeki su kovasını taşımaya devam etti ve akşama yapılan pudinglerden biraz yiyip yiyemeyeceğini düşünmeye geri döndü.

Son


LEİLA

Panik içinde odasına koşup kapıyı ardından kapattı. Nefesi bir türlü düzene girmezken kilidi çevirmeyi son anda akıl edebildi. Sonra işi biraz abartıp aynalı konsolu da kapının önüne itekleyerek güvenceye aldı. Kalbi deli gibi çarpıyordu. Çok geçmeden kapıya dayanan yumruklar nabzına eşlik etmeye başladı. Bu işi bir an önce çözmeli ve her şeyi eski haline getirmeliydi. Yoksa başına neler gelebileceği hakkında en ufak bir fikri yoktu. Kapı yumruklanmaya başladığında korkuyla geriye doğru çekildi. Hareketleri tutuk ve gergindi. Ardından pencereye koşup dışarıya baktı. Ronny'nin aracı aşağıdaydı. Kapıdakinin o olduğunu anlamak için bunu görmesine gerek yoktu gerçi. Başına gelen her şeyi nasıl fark etmiş olabileceğini bir türlü anlamıyordu ama olanlar ortadaydı. Ronny onun yeteneğini fark etmişti. Ve yaşanan her şeyin gerçek olup olmadığını merak ediyordu. Ne kadarının gerçek ne kadarının yazılmış olduğunu bilmek istiyordu. Hem de bu onun beşinci seferiydi. Altı her zaman uğurlu sayısıydı ama bu kez işlerin yolunda gidip gitmeyeceğini bilmiyordu. Bu sefer baştan aldığında hiçbir detayı unutmamalıydı.

Spancer'ın komplosunu geri çevirecek, kazayı önleyecek, Ronny'i kurtaracak ve Brenna'nın sinsi gözlerinden uzak durmayı başaracaktı. Her seferinde bir şeyler ters gidiyordu ve kazayı bir türlü engelleyemiyordu. Kazayı engellese Brenna'nın sinsi planlarına yakalanıyordu. Bu kez de Brenna dolabına sakladığı defteri bulmuş ve yazılanların yaşananlarla aynı olduğunu görünce onu cadılıkla suçlayıp Ronny'nin gözünde küçük düşürmek istemiş hatta Ronny'nin nefret etmesini, ihanete uğramış hissetmesini sağlamak istemişti. Ama Leila hala neler olduğunu tam olarak anlayamıyordu. Ronny'nin hayatını kurtarmıştı. Kazayı engellemişti. Buna minnettar olacağı yerde nasıl olur da nefret dolu şekilde kapısına dayanabilirdi anlamıyordu. Olaylar sırasında yakınlaşmaları ve birbirlerini sevdiklerini fark etmeleri doğallıkla gerçekleşmişti ve buna asla müdahale etmemişti ama artık Ronny bunun da yalan olduğunu düşünecekti. Cadılıkla suçlandığı için yakında peşine başkaları da düşecekti. O nedenle bir an önce hataları bulup düzeltmeliydi.

Yatağının yanındaki çekmeceyi açıp bir defter buldu. Sıradan bir okul defteriydi. İçinde biyoloji notları ve sayfalar arasında bir yıldız haritası vardı. Asıl marifet defterde değildi elbette. Boş bir sayfayı çevirdi. Ardından komodinin üzerindeki lokum kutusunun içini döküp kutuyu yere koydu. Çekmecede bulduğu bir iğneyi parmağına derince batırıp kanını bu kutuya akıttı. Üzerine biraz mürekkep ekledi ve karıştırıp bir tüy kalem yardımıyla deftere yazmaya başladı. Kalem kağıdın üzerinde kayıp harfleri ve kelimeleri oluşturdukça çevresindeki atmosfer değişiyor, bozuluyor ve tüm dünya turuncu bir mürekkebe karışıyordu. Bu sayede olanların hepsini silip yedi gün öncesine gitmeyi başarıyordu.

Bu sihri büyükannesinden öğrenmişti ve ikisinden başka bunu yapabilen hiç kimseyi tanımıyordu. Daima sadece yedi gün öncesine gidebilirdi bu nedenle olayları iyi hatırlamalı ve dikkatli olmalıydı. Yedi gün önce kazadan bir gün öncesiydi ve Spancer hala bunu kurguluyor olmalıydı. Ronny'i bu plandan kurtaracaktı. Bu kez Brenna'ya yakalanmamalıydı. Ayrıca Ronny'in güvenini kaybetmemeliydi. Her şeyi doğru yaparsa bu döngüden sonunda kurtulabilirdi. Bu sefer her şeyin yolunda gitmesini diledi.

Yazmaya son verdiğinde pencereyi kıran bir taşla ne olduğunu şaşırıp şok içinde kaldı. Bu da ne demek oluyordu böyle? Hiçbir şey değişmemişti. Hala az önceki gibi kilitli odanın içindeydi ve kapısı yumruklanıp iteklenmeye devam ediyordu. Pencereye korkarak yaklaştı. Dışarıda Brenna ve Spancer'ın kötülük çetesi "Dışarıya çık cadı!" diye bağrışıyor ve evi taşlıyordu. İçeriye bir taş daha fırladı ve tam yüzünün yakınından geçti. Düştüğü yeri alevler sarınca bunun bir taş olmadığını anlayabildi. Evi onunla beraber yakacaklardı. Sihrinin bu kez neden işe yaramadığını anlamıyordu. Bir kez daha yazmayı denedi ama yine değişen bir şey yoktu. Alevler büyürken ne yapacağını bilmez halde öylece kaldı. Gözyaşlarının yüzünden süzülüp gittiğini fark edemiyordu bile. En sonunda sesler ve alevlerin çıtırtısı birbirine karışıp boğuk bir uğultuya dönüştü. Başı dönüyordu. Herhalde dumandan etkileniyor olmalıydı. Korkudan titrerken kapının gürültüyle açıldığını ve önündeki masayı devirdiğini fark etmedi bile. İçeriye giren kişi onu kolundan tutup sarstı. Ama bunu da algılayamıyordu. En sonunda yüzünde gezinen dokunuşu ve karşısındaki gözleri tanıdı. Ronny onu sarsıp kendine getirmeye çalışıyordu. Leila anlayamıyordu "Bana kızgın değil misin?" diye sordu. Ronny onu ayağa kaldırmayı başardı. Bu sırada kızgın olmadığını ve yine de her şeyi bilmek istediğini söylüyordu. Ama önce buradan çıkmalıydılar. Leila'yı peşinden sürüklemeye başladı. Peşlerindeki liseli cadı avcılarından kurtulmaları gerekliydi. Leila bilincini sarmak üzere olan dumanların arasında onu takip etti. Bu kabustan uyanabilecek miydi?

SON


HARU VE MARAL

Ormanın içinde ses çıkartmamaya dikkat ederek ilerliyordu. Ayın gümüş rengi ışığıyla taçlanan yapraklar ondan aldıkları enerjiyle mavi bir renk yayıyor ve tüm orman masmavi bir büyünün içine düşmüş gibi görünüyordu. Yolunu ateş böcekleri aydınlatıyordu. Ustasından aldığı emiri yerine getirmek için günlerini bu ormanın içinde bitmeyen bir arayışla geçirmişti. Görevini başarıyla yerine getirebilirse ülkeyi büyük bir lanetten kurtaracağına inanılıyordu. Fakat bu yol geçmez ormanın derinlerine doğru daha ne kadar ilerlemesi gerektiğini bilmiyordu. Bu orman o kadar büyüktü ki belli bir yerden sonra haritalandırılması mümkün olmamıştı. Ardında neler olduğu da bilinmiyordu. Böylece ülkenin batı sınırını oluşturuyor ve kuzeye doğru fersahlarca devam ediyordu. Güneyde ise denizle son buluyordu. Üstelik rakımı gittikçe yükselen bir arazisi vardı ve denizden de takip etmek zordu.

Günler geçip ilerledikçe artan yüksekliğin ve yorgunluğun etkisiyle artık üşümesine engel olamıyordu. Üzerindeki zırhın metal kısımları da işi kötüleştirmeye yetiyordu. Sarındığı pelerinin bu metal kaplamanın üzerinden pek bir faydası yoktu. Böyle giderse mızrağını tutan parmakları da donabilirdi. Birkaç gün daha ilerlemeye devam etti. Arada sırada bulduğu yabani hayvanlar ve meyvelerle karnını doyuruyor ve su birikintilerinden faydalanıyordu. Geceleri durmadan ilerlemekse zorlaşmıştı çünkü ateş yakıp enerjisini korumak elzemdi. Çok geçmeden kar yağışı başladı. Çevresi bembeyaz bir düşe dönüştü. Bir tipinin ortasında kaldığında ertesi günün bahar bayramı olduğunu ve Ejder Çiçeği hanının çoktan fenerlerle süslenmiş olduğunu düşündü. Çilekli turtalar ve bayram çöreklerinin kokusunu alabiliyordu adeta. Bu son görevinin bitişini bekleyen sevgili Manolya'sı onun için likörlü ponçik yapmış olmalıydı. Bunun en sevdiği tatlı olduğunu biliyordu. Orada bahar başlıyordu. Fakat kendisi şuan fırtınalı bir kışın içindeydi. Mevsim değiştirecek kadar yükseğe çıkmış olmalıydı.

Manolya'nın hayaliyle ilerlemeye devam etti. Görevini başaracak ve ülkenin üzerindeki laneti durduracaktı böylece büyük usta sözünü tutup yeminini bozmasına ve savaşçılıktan emekli olmasına izin verecek böylece sonunda kalıcı bir ev edinip bir de minik bir han işleterek sakin bir yaşama ve sevgili Manolya'sına kavuşacaktı. Küçükken bu işte ustalaşırken böylesine ağır sorumlulukları olacağının farkında değildi. Artık denizaşırı görevlere gidecek gücü yoktu. Böylece düşlerle devam ederken havanın biraz daha ılıman olduğunu fark edemedi. En sonunda fırtınalar ve kan donduran kar katmanı yavaşça bitti. Arazinin hala yükseldiği aşikardı. Buna rağmen havanın burada nasıl daha iyi olduğuna anlam veremedi. Ve etrafını yine ateş böcekleri sardı. Orman yeniden maviye dönüştü. Yine bir gece vaktiydi ve dinlenmek yerine merakla ilerleyip etrafı dikkatle süzdü. Önce çok anlayamasa da ormanın içinde bir periye aitmiş gibi duran bir ses belli belirsiz şarkı söylüyordu. İlerledikçe ses yükseldi. Ses yükseldikçe sahibinin kim olduğunu merak etmenin verdiği etkiyle koşmaya başladı. Yapraklar ve dallar üzerinde adımlarının yarattığı çatırtıları fark etmiyordu bile. Hipnoz olmuş gibi sese koşmaya devam etti. Sonra bir anda karşısında Maral'ı buldu.

Şerli ruh kehanetteki gibi bir maral formunda başı ağaçların tepesi hizasında geziniyordu. Ses Maral'ın kendisinden geliyordu. Görevi ise onu yok etmekti. O ülkeyi yok etmeden önce. Ama böylesine güzel bir şeyi yok etmek canilik olmayacak mıydı? Böylesine güzel bir peri şarkısına sahip hangi yaratık gerçekten şer dolu olabilirdi. Maral'ın görkemi ve işittiği şarkı donup kalmasına neden olmuştu. Kehanet yanlış olmalı diye düşündü. Böyle bir şeyin içinde kötülük barınamazdı. Yıllardır düşlerine giren ruh gerçekte daha muazzamdı. Kehanet merkezinde rüyasını yorumlayanlar laneti bitirecek olanın kendisi olduğunu söylemiş ve ustalar bu görev için onu bu yüzden seçmişti. Ama buna devam edemeyeceğini hissediyordu. Mızrağı parmaklarının arasından kayıp yere düşerken gözlerini Maral'ın gözlerinden alamıyordu.

İçinden koşup ona sarılmak ve tehditkar şekilde buraya geldiği için özür dilemek geçiyordu. Yaratığın mucizevi görüntüsü ve yaydığı huşu ile gözyaşlarının süzülmesine engel olamıyordu. Ülkede adı duyulmuş birkaç savaşçıdan biriyken yüreğinin ilk defa böyle titrek ve ürkek olması ve görevine karşı gerçekleştiriyor olduğu ihanet karşısında şok içindeydi. Fakat Maral'ın bakışlarından içine akan sevgiyle şu dakikadan itibaren bıraksınlar onu yok etmeyi bunun için gelenlere karşı canıyla bile savaşırdı artık. İşin kötü tarafı Maral'ı avlamak için gidip de geri dönen kimse olmamıştı bu yüzden hepsinin Maral tarafından yok edildiğine kanaat edilmişti. Yani bu durumda alacak pek fazla nefesi kalmadığının farkındaydı.

Bu karmaşık düşüncelerle donup kalmış olmasına rağmen Maral ona yaklaşmaya devam etti. Şarkı artık susmuştu. Maral onun buraya geliş nedeninin farkındaydı. Gözlerine bakınca her şeyi çözmüştü. Fakat şimdiki kafa karışıklığını ve ruh halini de okuyordu. Onun niyetinden vazgeçtiğini biliyordu. Birden göklerden mi geldiğini anlaşılmayan bir ses yankılanarak işitildi "Seni bekliyordum." Bunun karşısında bir kez daha şaşkınlığa uğradı. Hem karşısındaki ruhun konuşmasını beklemiyordu hem de onun tarafından bekleniyor olmasını. "Bu da ne demek böyle?" diye sordu. "Beni neden bekliyordun? Rüyalarımdaki sahiden sen miydin?" diye ekledi. Maral hemen cevaplamayı lüzum görmedi. Haru bu kez de "Ben buraya bir laneti bozmak için gönderildim. Ama artık bunu nasıl yapacağımı bilmiyorum. Bana yardım edemez misin?" diye sordu. Böylesine büyülü ve güçlü bir ruhun istese lanete son verebileceğine inanıyordu. Belki de tek gereken şey onunla savaşmak yerine rica etmekti. Belki de ustalar ve kahinler yanılmıştı.

"Yanıldılar." diye onayladı ruh. "Lanetin sebebi ben değilim. Ben çözümüm." diye ekledi. Haru tam olarak anlayamıyordu. "Yani yardım edecek mi?" diye merak ediyordu. Peki onun tarafından gelmiyorsa ülkenin üzerindeki lanet neyin nesiydi? Maral aklındaki soruları elbette anında okuyabiliyordu. "Yeryüzünde kalan son doğa ruhu benim." diye açıklamaya başladı Maral. "Kardeşlerimin hepsini tutsak eden bir büyücü yüzyıllardır saklandığım yeri keşfetti ve şimdi hedefinde beni de almak var. Beni ararken dikkati sizin refah içindeki ülkenize de kaydı. Çünkü prensesiniz doğarken yaşaması için kraliçenin silahsız şekilde beni bulup saf ve temiz bir kalple istemesi üzerine bebeğe sihrimden bir parça armağan etmiştim. Prenses doğa tarafından kutsandığı için içindeki güç muazzam fakat tek başına kontrol etmesi çok zor olduğu için kalbine mühürlenip kilitlenmiş durumda bu güç. Farkında bile değil. Büyücü ise şimdi keşfettiği o gücü de istediği için alana kadar durmayacak. Sana gelince.. Kaderin sandığın kişi ile değil prensesle bağlı ve dolayısıyla da benimle. Çünkü hem ülkeni ve dünyayı hem de prensesi ve beni büyücünün elinden ancak ruhlarımızı birbirine bağlayarak oluşturacağımız ittifakla kurtarabileceğiz. Bu kader. Doğanın sihrini elinde tutan karanlığa karşı çoktan yazılmış bir oyun bu. Eğer başarılı olursak kardeşlerim kurtulacak ve yeryüzü eskisi gibi sihirle dolacak. Şimdi Haru, Doğa tarafından düzenlenen anlaşmamızı kabul ediyor musun?"

Haru pek fazla düşünecek halde değildi. Duyduklarını anlaması bile zordu. Tek düşündüğü Manolya'ydı. Ne demekti kaderin o değil? Ah Manolya.. Bu işte yanlışlık olmalıydı. Maral yanılıyor olmalı veya onu kandırıyor olmalıydı. "Seni ahmak!" diye gürledi Maral. "Prenses ile olan kaderini yalnızca benim bildiğimi mi sanıyorsun? Onun gücünü açığa çıkartması ve karanlığı yenmesi için yanında olman amacıyla seni tasarlayan Doğa idi. Seni kutsal rahibenin bulmasını sağladı ve bu sayede güçlü bir savaşçı olmak üzere eğitilmen için gerektiği gibi savaş okuluna verildin. Ve yazgını hisseden kahinler enerjini doğru kullanman için seni büyük ustanın emrine verdi. Hepsi planlanmıştı. Bunu karanlığa hizmet eden o büyücü de biliyor ve öğrendiğinde peşine Manolya'yı taktı. Korsan saldırısında prenses ile karşılaşmana mani olup kaderinizle oynadı. Manolya sıradan bir genç kız değil gölgenin kendisi ve sen bunu göremiyorsun. Mecazi değil sahiden bir gölge o. Bırak sana göstereyim." Maral gözlerini kapattı ve bir rüzgar esmeye başladı. Harunun etrafını küre gibi bir hava akışı sardı. Esinti o kadar kuvvetliydi ki nefes alması mümkün olmadı ve bir anda kendinden geçti. Gözlerini açtığında bir anının içindeydi. Elini tutan biri olduğunu fark etti. Ona baktığında majesteleri prenses olduğunu gördü. Fakat sesini duyunca onun aslında Maral olduğunu anladı. "Çok fazla şaşırma. Prenseste benim sihrim var. Anlayamayacağın şekilde biz aslında aynı kişiyiz. Yani ben hem Maral hem de prensesim. Ruhumuz onunla karıştı. Ama asıl önemli olan şuan sana geçmişteki bir anını gösteriyor olmam." dedi ve onu tutup geçmişte Manolya ile sokakta yürüyen Haru'nun peşinden ilerletti.

O gün güzel bir gündü. Hasat kutlamaları yapıldığı için şehir merkezinde etkinlikler oluyordu. Bütün gece oralarda eğlendikten sonra şimdi Manolya'yı evine bırakıyordu. Manolya simsiyah saçına taktığı erguvan çiçeği ve ay gibi beyaz teninde zarifçe duran sarı elbisesiyle peri gibiydi. Evi şehrin dışında kırsal bir alandaydı. Bu nedenle onu evine şehirde kiraladığı bir at arabasıyla götürmüştü. Maral onlar arabaya binerken elinden tutup çekiştirdi ve zaman hızlandı. Şimdi de Manolya'nın evinin oradaydılar. Ev dışarıdan çok ıssız görünüyordu ama Manolya ailesinin uyuyor olduğunu söylemişti. Bu nedenle içeride ışık yanmıyordu. Rahatsız etmemek için gürültü etmeden gitmeliydi. Bahçe biraz bakımsızdı. Pencerelerin de kırık olduğunu görmüştü. Manolya için buraya bir pencere tamircisi göndermeye karar vermişti o anda. Eve çok yaklaşmadan vedalaşmışlar ve Haru arabayla geri dönmüştü. Maral elini tuttuğu Haru'yu Manolya'nın peşinden sürüklemeye devam etti. At arabasında gitmeye hazırlanan Haru da Manolya'nın içeriye girmesini bekliyordu. Manolya kapıyı açıp içeriye girdi. Maral ve Haru da peşinden gitti. Fakat kapı kapanır kapanmaz Manolya, o güzelim menekşe rengi gözlere ve simsiyah saçlara sahip olan ay yüzlü Manolya bir anda bir gölgeye dönüştü. Havanın içinde dağılıp bozulan binlerce dokunacı olan kapkara bir yaratıktı. Ev uzun zamandır terk edilmiş görünüyordu ve her yerde tıpkı Manolya'nın dönüştüğü yaratığın formuna benzeyen yapış yapış ve kımıl kımıl bir madde kaplanmıştı. Duvarlar, yer ve eşyaların üzeri ve yerde duran bir iskelet gölgeye ait bu madde ile kaplanmıştı. Manolya'da olduğu gibi bu maddeden de bir sürü dokunaç havaya uzanıyor ve etrafını yokluyor sonra havaya karışıp yok oluyor yerine yeni bir dokunaç peyda oluyordu. Bugüne kadar buna benzer hiçbir şey görmemiş olan Haru korku ve şok içinde bir çığlık kopardı ve bu sırada da Maral'ın elinden kurtuldu. Ani bir rüzgarın ortasında kalıp kendinden geçti. Maral'ın elini bırakınca anı ile kurdukları bağ kopmuştu. Yeniden gözlerini açtığında ormanda ruhsal formunda onun başında bekleyen Maral'ın karşısındaydı.

Olanlar inanılacak gibi değildi. Ama bir yanı da hepsinin gerçek olduğunu hissediyor adeta biliyordu. Yaşadığı ihanet karşısında kalbi acı içindeydi. İşin kötüsü onu kandıran sıradan bir kız değil korkunç bir yaratıktı. Maral'ın zihniyle oynamadığını ve sahte şeyler göstermediğini biliyordu çünkü buna karşı da eğitilmişti. Öğrendiği şeyleri tek tek hazmetmesi zaman alacaktı. Doğa'nın onu tasarlaması ve savaşçı olmasını planlaması, Manolya, prenses ve Maral her şey çok fazlaydı. Vücudu titriyor ve enerjisini kaybediyordu. Dizlerinin üzerine çöküp yerdeki çimenleri avuçladı. Topraktan yeniden enerji bulabilmeyi umuyordu. Sonra ruh formunu bırakıp yeniden prenses gibi görünen Maral'ın başına dokunmasıyla kendine geldi. Şimdi titremesi geçmişti. Başını kaldırıp Maral'ın gözlerine baktı. Onu ilk gördüğü zamanki gibi büyüleyiciydiler. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu ama ona inanıyordu. Bu sırada Maral da onun gibi diz çöktü ve ellerini tuttu. Haru'nun artık anlaşmayı kabul ettiğini ve hazır olduğunu biliyordu. Bir eliyle Haru'nun gözyaşlarını sildi. Ardından "Öyleyse her şey Doğa'nın tasarladığı gibi olacak. Şuan ettiğimiz yemin ve anlaşmayla sihrimin kalanını sana bırakıyorum. Yeniden buluşuncaya dek.." dedi ve Haru'ya bir öpücük verdi. Ve Maral rüzgara karışan polenler gibi dağılıp yok olurken sihrini Haru'ya bıraktı. Karanlığın durdurulması için kendini feda etmişti. Artık Haru ve prensesin içinde güçlenen sihri bir araya geldiğinde karanlığı yok edebileceklerdi. Haru üzerindeki güç ve travmanın ağırlığı karşısında günlerce yol kat edip yorgun düşmenin de etkisiyle kendinden geçti.

Son


26 Ekim 2021 Salı

KİTAP ÇIKARAN BLOGCULAR


Elif Kaymazlı (Elif Kaymazli)-Kayıp Düşler Kitabı

                                             -Fürade

Kadriye Koba (Biz Kimiz Kadınız)-Kimse Sana Karşı Değil

Hanife Mert (Yaren)-Bakış Acısı

                               -Fırçadaki Son Şiir-Bir Orhan Veli Romanı

Turgay Aksoy (Turgay Aksoy)-Hayat ve İş Arasında

Gülcan Baran Turan (Kelimelerim Var)-İncirler Çiçek Açmaz

Selimhan Kalkan (Kiraatane)-Kalem Dile Gelince

Nagihan Şahin (in my blue castle)-Dokuzdolambaç

İrem Can (Konumuz Kitap)-8 Dakika

Sibel Yıldız (Güneşe Bakarken)-Solmayan Ümit

Bahar Uysal Karakuş (Maviye İz Süren)-Maviye İz Süren

Mert Ofluoğlu (Kafa Dergi)-Uçurum Zamanı

Müjde Dural (Bücürük ve Ben)-Begonvilli Ev

Ece Evren (Ece Evren)-Geçmişten Gelen Adam

Sevil Çevirgen (Düş Tasarımcısı)-Ya Başka Bir Hayat Mümkünse

Mehmet Mez (Babaannemin Saatli Maarif Takvimi’nin babası)-Sempatizan

Kezban Şahin Taysun (Öykü ve Şiir Molası)-Kafesteki Kalp

Adam Karga-İsmini Hak Etme Derdindeki Öykü

 

Son dönemde, son yıllarda, özellikle pandemi başladığından bu yana, aramızda kitap çıkaran arkadaşlarımız oldu. Aşağıda listesini hazırladım. Arada gözümden kaçan kitap varsa, söylerseniz hemen eklerim. Pandemi öncesinde yayınlanıp da henüz okumadıklarımı da ekledim. Parantez içindekiler, arkadaşlarımızın blog isimleri.

Daha önce kitap yayınlayan arkadaşlarımızın kitaplarını okumuştum, arkadaşlarım bilirler. Bu kitapları da, inşallah, pandemi sonrasında okuyacağım. Bu süreçte, netten veya kitapçılardan kitap almıyorum. Sadece Migros'tan veya bazen de sokakta yerde, parasızlıktan ötürü evlerindeki kitapları satanlardan alıyorum, alışverişe gidip gelirken rastlarsam.

23 Ekim 2021 Cumartesi

MOTTO

 



Motto, ilk sayısı çıkan bir gençlik dergisi. Motto, slogan, özdeyiş anlamına geliyor. Derler ya, herkesin bir mottosu vardır. Anı yaşa, hayatı sev, gibi.

Dergi 20 yaş civarı okura sesleniyor. Yazarların da bir kısmı daha büyük yaşlarda, bazıları da henüz on oniki yaşlarında. Neşeli, dinamik dergi, gençleri aktifliğe, hobilere, etkinliklere yöneltmek amacında.

Gençliğin sesi olma niyetinde olan dergi, hey dünyalılar, biz genciz, buradayız demekte, umutlarımız ve hayallerimizle.

Yıldız Teknik Üniversitesinde tamamen kendi üretimleri olan İHA’ları çalıştıran genç ekip, yenilenebilir enerji projeleri, takım çalışması nasıl geliştirilir, Çernobil gezileri, beyin göçü, gelecekte bizi nasıl bir gelecek bekliyor, Diyojen, bisikletle doğa gezileri, sosyal medya tuzakları, faydalı Mobil uygulamalar, dağcılık sporu, dağcı Adem Gül, girişimcilik, uyku, başarmayı istemek, zeka soruları, selfie çekimleri, rahat giyim, sebzeler, kitaplar, bulmacalar, filmler, çizgi hikayeler, bullet journal, insta story’leri gibi güncel, enerjik, neşeli konuları içeriyor dergi.

Bakması, okuması hoş, baskısı rengarenk.

21 Ekim 2021 Perşembe

MAVİ YANSIMA


 

Bulutlar var ama ince. Yumak yumak ama mavilik yok. Sıkıntılı bir hava. Yağmur sıkıntısı, yağmur sıcağı diyorlar. Bu hava biraz enerji alıyor galiba, insanı mayıştırıyor.

İnce bulutlara bakınca, bulutların en ince yerlerinin arkasında güneş var, bu tarafa geçemiyor ama, bulutlar sanki arkadan altın rengi aydınlatılmış gibi duruyor. Böyle parça parça sarı yerler var.

Bir dron göndermek lazım bulutların arkasına. Güneş paneliyle enerji depolayan bir dron. Getirsin enerji. Belki, bulutların arasından geçerken enerjisi biter, geçince çalışır yine. Yeryüzüne kadar getirsin enerjiyi dron şeysi.

Bulutlar yakın duruyor sanki. Eskiden daha uzak geliyordu. Küçükken dünya garip görünüyor. Her şey daha büyükmüş gibi. Büyüdükçe her şey küçülüyor. Merdivenler, ağaçlar, her şey. Belki de büyüdükçe başka bir zamana geçiyoruz. Zaman kayması, paralel evren gibi. Zaman ve mekan kağıt gibi katlanıp üst üste geliyormuş.

Bulutlar, yağmur havası olunca, insan bundan huzur da duyabilir, gergin de olabilir. Yağsa ne güzel olur diyerek bir tatlı huzur gelebilir içimize. Stres, kaygı da gelebilir. Hava bulutlarla kararınca insan da hayata karanlıklaşabilir. Mayışıp enerjisiz kalınca, neşe depomuz, hayat enerjimiz azalınca saçma saçma karanlık düşünceler gelir hep, özellikle uyku öncesi.

Ama güneş de doğuyor tabii arkasından, bulutların arkasından çıkıyor. Öyle bir şey ki, bizde hava karanlık olsa bile başka yerlerde hava aydınlık oluyor.

Her şey sadece atomlardan oluşuyor. O zaman hepimiz her şey aslında aynı şey. Yani evren can sıkıntısından bir sürü bir şeyler deniyor. İnsanları denemiş evren, hepimiz aynıyız özümüzde. Kuşlar, ağaçlar, deniz de aynı. Hepimiz aynı şeyiz.

Arada bir de bir şeyler yolunda gitmiyor, kazalar filan oluyor. Ama evren aynı şeyi farklı farklı üretip duruyor. Yani evren açısından bakınca, yaşadığımız zorluklar, yağmur, sıkıntı, pek de önemli değil.

Böyle düşününce, kendimizin yapamadığı şeylere odaklanmamız gerekmiyor. Başkalarının yaptığı şeylerden de mutlu olabiliriz. Çünkü, aynı şeyiz ya o kişilerin mutluluğu bizim de mutluluğumuz bir yandan. İnsanlar başarısız olunca çılgına dönebiliyor, istedikleri olmayınca ağlayıp sinirlenebiliyorlar. Bu kadar etkilenmek anlamlı değil.

19 Ekim 2021 Salı

DEMONYAK 4

 


-Annee, bak, 2020’yi atlattık şükür, 2021’i de atlattık şükür, hayatta kaldık, gerçi 2021 henüz bitmedi ama biter yakında, pandemi filan atlatıyoruz, ya yanlış bir kan içseydim, virüs kapabilirdim.

-Sen hala kendini vampir mi sanıyorsun kızım?

-Nasıl yani, vampirlik geçip biten, iyileşen bir hastalık değil ki, annikom, hala vampirim sonsuza kadar öyle kalacağım.

-Peki geceleri, ava çıktığında üstüne bir şey giy de, üşütme!

-Pardon ama vampirler üşümüyor!

-Nerden öğrendin, netten mi?

-Of anne kendimden biliyorum, üşümem ben. Boşver anne, biz anı yaşayalım, hadi.

-Ayol sen hep konuşuyorsun kızım, seninle anı yaşamak ne mümkün, sen anı gebertiyorsun.

-Ay anne espirik mi oldun sen! Hadi gel anı yiyelim biz! Ne var yiyecek?

-Pilav, kavurma, aşure var.

-Oooo anne ne bu özel bir gün mü, dernek bir şeyi mi var, senin anne hırkanı giyeyim kimse anlamaz vampir olduğumu.

-Yok kızım sen babanın emekli amca hırkasını giy, Onu yeni yıkadım da. Pilav kavurma aşure de senin kanını içtiğin insanlar için yaptım, hayır olsun diye!

-Ayy saol annecim, kızını düşünürsün tabii vampir olsa da anne yüreği de mi! Ayy babamın emekli hırkası beni açtı mı annişkom!

-Çok açtı seni, evet zombi gibi neyin oldun artık.

-Oooo anne sen modaya da hakimsin valla! Evet zombiler genelde ölü makyajı yaparlar, genelde sıska kediler gibidirler, saçları diktir, hayaletler tabisi görünmemek için soluk rujlar, fondötenler kullanır, vampirler ise kırmızı deri ceketler giyerler, kırmızı saç, kırmızı ruj, bir de bilirsin cadılar var, siyah botlar, siyah file çoraplar, siyah elbiseler, onların makyajları da zombilere benzer.

-Ooo kızım, noldu sen yoksa moda detektifi mi oldun? Yanlış giyinenlere ceza mı kesiyorsun?

-Annecim, kışkırtma beni, hayat kavga etmek için çok kısa, yani senin hayatın kısa, benimki değil, elindeki tek şey senin, şimdi, şimdiyi yaşa!

-Ah çok bilmiş kızım, iyi kalpli vampirim, hayalci zompirim!

14 Ekim 2021 Perşembe

PARK

 




Baba, bu insanlar ölmeyi unutmuşlar.

Bu cümleyi bugün alışveriş yolunda parktan geçerken duydum. Ufacık bir oğlan çocuğu bunu babasına söyledi. Bu pandemi döneminde duyduğum en etkileyici söz bu oldu.

Parkta oyuncaklar vardı. Anneler başlarında çocuklar oynuyorlardı. Baba oğul da bir bankta oturuyorlardı.

Etrafta başka banklar da vardı. Bazılarında anneler ve çocukları vardı, birkaç bankta da yaşlı amcalar, teyzeler oturuyordu.

Bu teyze ve amcalar çok mutsuz görünüyordular. Suratları asık ve düşünceliydiler. Belki salgını, belki zamları, parasızlığı, belki de çocuklarının ekonomik zorluklarını düşünüyorlardı.

Oyuncakları ellerinden alınmış gibiydiler. Belli ki bu yaşlıların oyuncağı hayattı. Hayatları ellerinden alınınca moralleri bozulmuştu.

Bazı insanların merakları, hobileri olmuyor, kendilerini oyalayacak ilgi alanları olmuyor. Ellerinde sadece hayat oluyor, yemek, alışverişe gitmek, parka gitmek, kahveye gitmek, çocuklarını torunlarını görmek gibi.

Yaşılar uzun süreliğine evden çıkamadıkları için bu hayat oyuncakları ellerlinden alınmıştı. Bir canlı cenaze gibiydiler. Küçük oğlan da, aklına nerden ve nasıl geldiyse böylesine inanılmaz bir saptamada bulunmuştu.

12 Ekim 2021 Salı

DOMATESLİ ET

 




Malzemeler:

Yarım kilo kuşbaşı et (kuzu daha iyi, olmazsa dana)

Yarım kilo domates

3 soğan

3 biber

3 yemek kaşığı zeytinyağı

2 kaşık çiçek yağı

3 dal defne yaprağı

Tuz, karabiber

Yapılışı:

Önce eti kavuruyoruz, suyu çekinceye dek, devamlı olarak kepçeyle çeviriyoruz, yağ koyarak, 15 dakika kadar.

Sıcak su ilavesi ile kaynıyor ve pişiyor, yumuşayıncaya dek, pişmesi uzun sürüyor, en az bir saat.

Ayrı bir yerde, zeytinyağı içinde kuşbaşı soğan, biber, domates, hepsini beraber, krem haline gelecek şekilde pişiriyoruz veya soteliyoruz.

Bu iki karışımı bir araya getirip tekrar beş on dakika pişiriyoruz, içine defneleri atıyoruz ve en sonunda içine tuz, karabiber ekliyoruz, istersek kekik ve acı biber de ekleyebiliriz. Arada gerekirse yine sıcak su koyabiliriz.

 




 


5 Ekim 2021 Salı

SANART

 





Sanat yoktan var olmadı. Var olandan doğdu.

Her devrin sanatı, yeni devrin sanatını tetikledi. Yeni bir eser üretmek için de zaten önce eskiler olmalı, ileriye gitmek için biraz da geriye gitmeli.

Tasarım her dalda olduğu gibi sanatta da önde geliyor. Tasarım düşüncesi her şeyin başı. Ve tabii ki kreasyon, dizayn, kompozisyon.

Doğa ve nesneleri farklı dönemlerdeki sanatçılar, özellikle ressamlar, hep farklı görmüşler, bir dönem manzara birebir yansıtılmış, hayran kalmışız, bir dönem, zihnimizde kalan, ruhumuza yansıyan, bir dönem görüntü ile oynanmış, çarpıtılmış. Bakışlar hep değişmiş.

Bir doğa manzarasını resim kağıdına, tuvale birebir aktarmak büyük bir ustalık tabii ama çok da özgün, kreatif bir yapıt olarak düşünülmeyebilir.

Bir sanatçı bir resme başladıysa bir ilham almış, bir ilham gelmiş demektir. İnspirasyon artı heyecan, duygu, yoğunluk, ruhun zirveye çıkması ile başlıyor resme veya diğer sanat yapıtlarına sanatçılar.

Ancak, bunun tam zıttı da var. İlham ile değil de düzenli çalışma ile resme veya yazmaya başlayanlar da var. Her gün disiplinli çalışmak yoluyla, masaya oturarak, paletteki renkleri karıştırarak, sıkı çalışarak ilhamı kendileri getirenler.