Sayfalar

30 Mayıs 2025 Cuma

KAÇIŞ 2




(Geçen hafta gördüğüm rüya çok uzun olduğu için bölümler halinde yazmak istedim. Rüyanın adını KAÇIŞ koydum, her bölüme de farklı isim koydum)


Bölüm 2: Geçit

Tren garının kalabalığı savaşın uğultusuyla birleşip kulakları tırmalayan bir karmaşaya dönüşmüştü. Duyularım hâlâ bulanıktı, ne tam iyiydim ne de hâlâ hastaydım. Alek’in koluma hafifçe dokunuşuyla kendime geldim. Kalabalığın arasındaydık ama birbirimize çok yakındık, aksi hâlde bir anda kopup kaybolabilirdik. Üzerimde eski, Rusça yazılarla etiketlenmiş bir hasta montu vardı. Yüzümün büyük kısmı atkıyla kapalıydı. Gözlerimden başka beni ele verecek bir şey kalmamıştı.

Alek yavaşça eğilip kulağıma fısıldadı:

“Tren kuzeye gidiyor. Sınırdan geçmeden önce ineceğiz. Sessiz ol. Kimseye bakma, kimseyle konuşma”

Başımı salladım. Kalabalık içinde hareket etmek ne fiziksel ne de zihinsel olarak kolaydı. Herkes bir yerlere gidiyordu ama kimse nereye olduğunu bilmiyordu. Gözüm bir noktaya takıldı. Küçük bir çocuk annesinin elini bırakmış, kafasını kaldırıp çatlak duvardaki bayrağa bakıyordu. Onun gözleriyle karşılaştım. Boşluktu. Savaş her şeyi emmişti.

Trene bindiğimizde içerideki hava dışarıdan farksızdı. Kirli, boğuk ve tedirgin. Alek beni boş bir kompartımana oturttu. Kendisi kapının yanında ayakta durdu. Elindeki sahte belgeleri kontrol ediyor gibiydi ama gözleri sürekli bana kayıyordu. Herkesin kendine göre bir maskesi vardı. Onunki sabırlıydı.

Bir süre sessizlik oldu. Sadece trenin raylarda çıkardığı metalik inilti. İçimden bir dua ettim mi bilmiyorum ama sessizliğe sığındığımı hatırlıyorum. Bir noktada başım yana düştü. Uyuyakalmışım.

Uyandığımda tren durmuştu. Kompartımanda yalnızdım.

Kapıdan dışarı fırladım. Kalabalık aşağı inmişti. Hava pusluydu, sis gibi ama daha ağır bir şey vardı havada. Gözüm Alek’i aradı. Kalbim çılgınlar gibi atmaya başladı.

Sonra, az ilerideki trenin arka vagonunda, kapıdan bana bakan gözleri gördüm. Alek. Elini kaldırdı. Sakince.

Yaklaştım. Kapıyı araladı.

“Buradan yaya devam edeceğiz” dedi.

Artık trenin dışında, soğuk bir ormanın kenarındaydık. Bu sınır değildi ama sınırdan önceki son noktaya gelmiştik. Gece düşmeye başlamıştı.

Ağaçların arasında yürümeye başladık. Ay ışığı yer yer dalların arasından geçip toprağa gölgeler düşürüyordu. Ayak seslerimiz dışında hiçbir ses yoktu. Zaman zaman durup dinliyorduk. Alek hep öndeydi. Ben biraz geriden, yorgun ama kararlı adımlarla onu takip ediyordum.

Bir noktada durdu, elini kaldırdı.

“Gece burada kalacağız. Devam edersek yakalanabiliriz”

Ağaçların arasında gizli küçük bir kulübeye sığındık. İçeride bir ocak vardı ama ateş yakamazdık. Işık, her şeyi mahvedebilirdi.

Bir köşeye oturdum. Nefesim hâlâ düzensizdi. Alek cebinden bir parça kuru ekmek çıkardı, sessizce uzattı. Aldım, başımı sallayarak teşekkür ettim. O da bana başıyla karşılık verdi. Konuşmadan anlaştık.

Kısa bir sessizlikten sonra, fısıltıyla sordu:

“İsmini hâlâ söylemedin”

Baktım. Gözlerinde o soğukkanlı maskenin ardında bir kırılganlık vardı.

“Sen de seninkini söylemedin” dedim.

Gülümsedi. İlk kez.

“Alek”

Yutkundum.

“Ben...”

Kendi ismimi söylerken duraksadım. Ne fark ederdi? Bu dünyada artık kimdim ki?

“Nehir” dedim sonunda.

“Güzel” dedi sadece. Sonra gözlerini uzak bir noktaya dikti.

“Nehirler hep bir yöne akar. Seninki eve doğru akacak”

O gece uyuyamadım. O da uyumadı. Sadece aynı sessizliğin içinde, birbirimizin varlığını hissederek sabahladık.

Ve dışarıda, karla karışık bir rüzgar yükseliyordu.

(devam edecek)

27 Mayıs 2025 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ 296



Ağaç Ev Sohbetlerimiz devam ediyor. Her hafta bir sohbet konusu buluyoruz ve o konuda yazıyoruz. Herkes yazabilir, herkes sohbet konusu bulabilir.

Haftanın konusu: "Uluslar arası şirketler, markalar, bizimki gibi gelişmekte olan ülkelerde gittikçe daha çok yer alıyorlar. Avantajlı bir durum mu bu?"

Gelişmekte olan ülkelerde uluslar arası markaları görmek gün geçtikçe daha popüler oluyor. Bizim ülke yabancı markalar için bir cennet gibi.

Bunun bir iki yararı var gibi. Ekonomiye katkı ve iş olanakları. İki zararı var gibi. Yerel markaların yok olması ve yerel ürünlerin daha az satması.

Uluslar arası şirketler gelişmekte olan ülkelere gelince (üstelik ülkemiz gelişmekte olan ülkeler sınıfından gerileyen ülke sınıfına düştü, Almanya, Yunanistan, İtalya vize başvurularını reddediyor, Japonya da artık vize başvurularını reddedecekmiş, Türkler çok pisletiyormuş çevreyi, yakında Mısır bile engelleyecekmiş. Ülkemiz Sudan ile eş tutuluyor artık) biraz para da getirmiş oluyor, endüstri, ticaret canlanıyor.

Yerel halk da çalışan veya yönetici olarak bu şirketlerde çalışıyor. Ikea, Bauhaus'da çalışanlar gibi.

Ama yerel ürünlerin şansı azalıyor, çünkü uluslar arası markalar çok tanınıyor. Starbucks gibi. Ayrıca yerel şirketlerin bu büyük markalarla yarış etme şansı da yok. Bu nedenle işyerleri kapanıyor.

Bu nedenlerden dolayı dezavantajları daha fazla gibi duruyor.

İsteyen ve zamanı olan herkes yazsın işte!

22 Mayıs 2025 Perşembe

KAÇIŞ




(Bu sabaha karşı bu rüyayı gördüm. Rüya çok uzundu. O yüzden bölümler halinde yazmaya karar verdim. Rüyanın adı KAÇIŞ olabilir. Her bölüme de farklı isimler koyarım)


GÖLGELER ARASINDA

Kışın ortasıydı. Rusya'daydım. Neden orada olduğumu bile tam hatırlayamıyordum ama bir hastanedeydim. Bir ameliyat mı geçirmiştim? Kaza mı geçirmiştim? Belki de sadece düşmüştüm. Bilincim o kadar bulanıktı ki. Ama bir şey kesindi. Savaş patlak vermişti.

Sınırlar kapanmıştı, iletişim ağları çökmüştü. Ülkeme dönememiştim. Başta, hastanede olduğum için şanslı sayılırdım. Gözetim altındaydım, doktorlar en azından insani davranıyordu. Ama dış dünya değişmişti. Ve ben bunu odama ulaşan çığlıklardan, patlamalardan ve koridorda panikle koşuşturan ayak seslerinden anlamaya başlamıştım.

Hastanenin gri duvarları arasındaki o küçük odada tek başımaydım. Penceresizdi. Dışarının ne halde olduğunu yalnızca duyabiliyordum. İyileşmem gerekiyordu. Çünkü doktorlar artık korumuyordu bizi. Rusya’daki yabancı vatandaşlara karşı olan öfke büyüyordu. Savaş, maskeleri düşürmüştü. Şimdi herkes ya düşmandı ya da hedef.

Yataktan kalkacak gücüm yoktu. Vücudum ağırdı. Belki de sedyeye bağlıydım. Zaman zaman rüya ile gerçeklik birbirine karışıyordu. Uyandığımda başka bir günde, başka bir sessizlikte oluyordum. Ama o gün. O gün farklıydı.

Birden dışarıdan korkunç sesler yükseldi. Silah sesleri. Ardından kalın Rusça bağırışlar. Sonra bir kadının çığlığı. Ayak sesleri yaklaşıyordu. Derin bir panikle yorganın altına saklandım. Nefesimi tuttum. Kalbim boğazıma tırmanıyordu. Kapı açıldı. Ayak sesleri yavaşça içeriye girdi. Örtünün altından onları göremiyordum ama sesini duydum:

“Litsó. Pokazhi litsó.”

(“Yüzünü göster”)

Kıpırdamadım. Sonra ses tekrar etti, bu kez daha yumuşak bir tonla.

Örtüyü yavaşça indirdim. Karşımda bir adam duruyordu. Siyah bir mont giymişti, üniformaya benzemiyordu. Saçları dağınık, yüzü sakallıydı. Bakışları keskin ama garip bir şekilde sakinleştiriciydi. Eğildi, “korkma” dedi fısıltıyla. Parmak ucunu dudaklarına götürüp “sus” işareti yaptı.

Birden kapının arkasında başka askerler belirdi. Adam hızla ayağa kalktı ve onlara Rusça bir şeyler söylemeye başladı. Yüzü aniden değişmişti. Soğuk, emir veren birine dönüşmüştü. Sanki ben yokmuşum gibi. Onlara benim Yunan olduğumu, olaylara karışmadığımı söyledi. “Bırakın ben ilgileneyim” dedi. Askerler başlarını sallayıp diğer odalara yöneldi. Adam kapıyı kapattı. Bana döndü.

“Ben bizdenim. Ajanım. Yardım bekleyemezsin. Diğerlerini kurtaramam ama seni çıkaracağım buradan. Şimdi dinle”

Bana bir kağıt verdi, içinde sahte bir kimlik vardı. İsmim “Elena Petrou” olmuştu. Yaşım, milliyetim, dilim değişmişti. Ama yaşamak için gerekiyordu.

Bir saat sonra bir ambulansla hastaneden çıkarıldım. Adam—sonradan adının sadece “Alek” olduğunu öğrenecektim— beni sahte belgelerle bir tren garına götürdü. Orası kaotik bir yerdi. Kalabalık, gürültü, çığlıklar, valizler, kaçışan insanlar. Herkes bir yere gitmeye çalışıyor, kimse nereye gittiğini bilmiyordu. Alek elimi sıktı:

“Konuşma. Göz teması kurma. Sadece beni takip et”

Trene bindik. Vagon eskiydi, camları buğulu. İçerisi tıklım tıklımdı ama bana bir yer ayarlamıştı. Yorgundum. Ne zaman gözlerimi kapasam, hastanedeki bağırışları duyuyordum. Sokaklara çıkarsam başıma ne geleceğini, kimin ihbar edeceğini bilemezdim. En güvenilir yüz bile düşman olabilirdi.

Alek, bir istasyonda beni usulca kolumdan çekerek indirdi. Hemen ardından tren tekrar hareket etti. Geriye dönmek imkansızdı artık. Bir ara sokaktan geçtik, sonra başka bir araca bindik. Ufacık bir köy evinde saklandık bir gün boyunca. Alek radyodan haber dinledi. Ardından yüzüme baktı:

“Yarın yola çıkıyoruz. Orman yolundan sınıra ulaşacağız. Orada bizi bekleyen biri olacak”

Gece çok soğuktu. Camdan bakarken, uzakta bir yerde bir patlama sesi daha duyuldu. Titredim. Ama bu kez korkudan değildi. Hayattaydım. Kaçıyordum. Kurtuluyordum.

Ve o an, içimde garip bir duygu doğdu. Bu yaşadıklarım rüya gibi değildi. Gerçekti.

Ama sonra, tren garındaki yürüyüşümde, her şey ağırlaştı. Sesler bulanıklaştı. Alek’in sesi uzaklaştı. Bir uğultu. Kalabalığın içinde kayboldum.

Gözlerimi açtım. Yatağımdaydım. Gerçek dünyada.

Ama hâlâ kulağımda çınlayan o fısıltı vardı:

“Korkma. Seni çıkaracağım buradan”

(devam edecek)

17 Mayıs 2025 Cumartesi

KİTAPLAR 7

 


TEK YALNIZ BEN DEĞİLİM

Jean-Louis Fournier

YKY, 145 sayfa

Fournier, Fransız yazar, komedyen. Kitapları anlatı tarzında. Kendi yaşamını edebiyatlaştırıyor. Kitapları kısa ama yoğun. Hayatındaki dramatik anları, dönemleri biraz hüzünlü biraz da kara mizah ile anlatıyor. Alaycı bir dili var. Ancak çok etkileyici.

Bu kitabında gündelik yaşamdaki yalnızlığını oldukça detaylı ve her açıdan yazmış. Gerçekten de yalnız. Kimse yok etrafında. Eşi, eve bakan kadın, evcil hayvanı, herkes gitmiş. Bu duruma hem üzülüyor, eleştiriyor hem de alay ediyor kendinle.

Rahat okunuyor, dili akıcı, anlatımı oldukça çarpıcı. Not:4/4


NEREYE GİDİYORUZ BABA?

Jean-Louis Fournier

YKY, 102 sayfa

Fransız edebiyatçı Fournier bu kez de yaşamının başka bir yönünü anlatıyor. Eşi ile iki çocukları oluyor, ikisi de sıra dışı özel çocuklar. Bu çocuklarla yaşamak çok zor.

Yazar, bu iki özel çocukla hayatını bazen kederli, bazen eleştirel ama yine acı bir komiklikle anlatmış. Rahat okunan bir vurucu dil. Not:4/4


KARDAN ADAMIN KÜLLERİ

Işıl Işık

Artemis Yayınları, 358 sayfa

Işıl Işık bir internet ünlüsü. Paranormal ve korku videolarıyla, hikayeleriyle tanınıyor. Çok sayıda romanı da bulunuyor. Bu romanı bir Ankara polisiyesi. Keyifli, sürükleyici ve sonu sürprizli bir çocuk kaçırma hikayesi.

Arka arkaya çocuk kaçırma eylemleri başlar şehirde. Komiser Devin’in oğlu da kaçırılır. Devin komiser önce eski kocasından şüphelenir. Ancak sonra işler değişir. Ekibiyle çocukların peşine düşer. Tek bir ipucu vardır. Çocukları kaçıranlar olay bölgesinde birer kardan adam kartpostalı bırakırlar.

Rahat okunan bir polisiye. Not:3/4



AFTER THAT NIGHT

Karin Slaughter

Harper Collins, 424 sayfa

Amerikalı suç, gerilim yazarı Slaughter günümüzün en iyilerinden, ödüller de alıyor ve düzenli yazıyor, yılda bir roman çıkarıyor ve hepsi de çok satanlara giriyor.

Sara, genç bir kız iken tacize uğruyor, bununla başa çıkıp bir doktor oluyor. Hastanede çalışırken, tacize uğrayan bir kız gelir, onun tedavisini üstlenir.

Bu tacizler devam eder. Sara, İstihbarat görevlisi Trent ile ortaklık kurar ve tacizcilerin peşine düşerler. Slaughter her zaman heyecanlı, meraklı yazıyor. Türkçeye de çevrilmekte kitapları. Not:3/4


THE BOYFRIEND

Freida McFadden

Sourcebooks, 364 sayfa

McFadden, son yıllarda gerilim romanları ile ünlendi. Aynı zamanda doktor olan yazar ülkemizde en çok Hizmetçi serisi ile tanınıyor. Serinin ilk romanı sinemaya da uyarlanacak.

Sydney, New York’ta yalnız yaşayan bir kadın. Polis erkek arkadaşından ayrılır. Ardından bir doktor ile ilişkiye girer. Doktor her yönden mükemmeldir ancak biraz fazla kusursuzdur.

Heyecanlı bir cinayet romanı. Geçmişin etkisiyle ortaya çıkan takıntıları anlatan bir gerilim. Not:3/4

15 Mayıs 2025 Perşembe

BCP NİSAN

 


Blogları Canlandırma Projesi etkinliğimizin Mayıs ayı konularını sevgili Bonheur önermişti. Mayıs ayı temalarımız yeşil, bitki, çiçek, pasta, müzik.

BCP Nisan ayı temalarımız ise mutfak, hukuk, yağmur, bayram ve çiçekler idi.

Nisan ayında yazanlar:

KALEM UCU-Bir yağmur hikayesi

https://birkalemyazar.blogspot.com/2025/04/bloglar-canlandrma-projesi-nisan.html

TEFRİKA-Baharda kır çiçekleri

https://svdozb.blogspot.com/2025/05/bu-senenin-kr-ciceklerinden-secmeler.html

FIGHTING-Bahar çiçekleri

http://www.fightinggblog.com.tr/2025/05/baharn-guzellikleri-ii-ciceklerbloglar.html

DEEP-Hukuk filmleri

RUNAWAY JURY

Bir John Grisham uyarlaması olan film bir mahkeme filmi, gerilimi. Bir cinayet davası vardır. Davacı bir kadın davalı ise zenginlerdir. Zenginlerin şirketinin avukatı dava için jüriyi kendi istedikleri yönde seçmek ister. Kadının avukatı ise idealisttir. Jüri ile ilgili gerilim vardır. Film oldukça sürükleyici.

Film, 2003 yılı filmi A.B.D. ve oyuncu kadrosu güçlü. Not:3/4

JUROR NO:2

2024 yılı bir Amerikan, Clint Eastwood filmi, mahkeme filmi. Bir davanın jürisine seçilen birinin bu dava ile bir ilişkisi vardır ama bunu kimse bilmez. Jüri üyesi vicdanı ile savaşa girer. Sürükleyici bir hukuk filmi. Not:3/4

12 Mayıs 2025 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ 295



Ağaç Ev Sohbetlerimiz devam ediyor. Her hafta bir sohbet konusu buluyoruz ve o konuda yazıyoruz. Herkes yazabilir, herkes sohbet konusu bulabilir.

Haftanın konusu: "Başka ülkelere yolculuk kolaylaştı. Bu bize yararlı bir gelişme midir?"

Eskiden turizm daha zorlu imiş. Şimdi ise insanların başka ülkelere seyahat etmeleri kolaylaştı. Uluslar arası yolculuk fırsatları çoğaldı, uçuş rotaları gittkçe artıyor, uçak biletleri de bize belki pahalı gelse de genel olarak gün geçtikçe ucuzluyor. Bizim ülkede şimdilerde enflasyondan dolayı yüksek.

Bu durum bize hemen çok iyiymiş gibi geliyor. Kendimiz veya turlarla her yere gidebiliyoruz. Uçak, gemi yolculukları, tatilleri daha kolay. Örneğin Balkanlara giden çok. Bu şekilde bizler bizden eskilere oranla daha çok gezebiliyor ve başka kültürleri tanıyabiliyor veya hoş tatiller, yolculuklar yapabiliyoruz.

Sanat, gelenekler, mutfak, doğa, kültür, tarih, deniz, eğlence için artık sadece zenginler değil herkes geziye çıkabiliyor. Bizler için, gezmek için bu hoş bir durum olsa da bir yandan da dünya kültürüne zarar veriyor. Turist sayısı çok arttı dünyada. Herhangi bir tarihi noktada aynı anda yüzlerce binlerce turist dolaşabiliyor.

Bu durum kültüre, çevreye zarar verebiliyor. Örneğin, yöresel gelenekler, el sanatları gibi değerler azalıp tükenip ucuza mal edilen fabrikasyon ürünler artıyor. Yerel, geleneksel ürünleri bulmak hiç de kolay değil. Veya yöresel müzikler, danslar da turistlere paketler halinde sunuluyor. Yani yerellik, yöresellik azalıyor ve dünyanın her yerinde aynı ürünler oluyor, gıdalar da öyle.

Kısa süreli geziye çıkan turistler de zaten gittikleri yerdeki özelliklere çok da dikkat bile edemiyorlar. Hatta birçok turist gittikleri ülkeyi pisletiyor. Ayrıca, turizm sezonluk olduğu için insanlar sadece sezonda iş bulabiliyor turizm bölgelerinde. Turizmden kazananlar da genellikle büyük işletmeler, oteller. Çalışanlar değil.

Turistlerden kazananlar bu şekilde büyük şirketler oluyor. Örneğin, ülkemize gelen çok turist direk otele gidiyor, şehre para bırakmıyorlar. Bu kitlesel turizm o kadar da hoş değil kısacası.

İsteyenler ve zamanı olanlar yazsın işteee!

8 Mayıs 2025 Perşembe

UÇUŞ


 

Rüyamda Çin’e giden uçağa binecektim. Uygulamadan aldım bileti. Çin’e gidersem çok mil birikir, başka yere gidersem ucuza giderim diye düşündüm. Rüyalarımıza da mantık giriyor herhalde.

Havaalanına gitmek için servis aracına bindim. Bütün havaalanlarında şehir merkezinden oraya kadar hep metro olmalı diye de düşündüm.

Yolda hızlı gittik neyse ki. Camdan bakıyordum. Cam yüzünden tüm renkler biraz yeşile kaçmış gibiydi. Camgöbeği bir filtre vardı sanki dışarıyla ama çok belli değildi. Hatta güzel görünüyordu.

Ormanların arasından çayırların arasından geçiyorduk. Yol, etraftaki araziden yüksekteydi, o yüzden çok uzakları görebiliyordum. Su birikintileri hatta göller vardı bazı yerlerde.

Sular çok berraktı öyle berrak ki ya hepsini içesim geldi ya da içine atlayasım geldi, çok çok güzel pırıl pırıldı. Güneşin ışıkları tane tane damla damlaydı suların üzerinde. Berraklığından içlerindeki balıkları taşları görebiliyordum. Çimenlerdeki yeşil sazlar otlar filan harikaydı suların yanında.

Havaalanına vardığımda hava kararmıştı. İçeriye girip koltuğa oturup kemerimi taktım. Uçak havalanmadı. Pilotun yaş günü imiş. Hostesler pasta, içecek getirdi. Ücretsiz. Hostesler oynamaya başladı. Otobüsle tura giden teyzeler gibi herkes kalktı göbek attı. Onbeş dakika geç kalktık.

5 Mayıs 2025 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ 294




Ağaç Ev Sohbetlerimiz devam ediyor. Her hafta bir sohbet konusu buluyoruz ve o konuda yazıyoruz. Herkes yazabilir, herkes sohbet konusu bulabilir.

Haftanın konusu: "Yetenekler doğuştan mıdır? Yoksa, müzik, spor gibi yetenekler sonradan öğrenilir veya çocukken okulda veya evde öğretilebilir mi?"

Genel tartışma konularından biri bu. Hep söyleriz, onda yetenek var bende yok, gibi. Bende dile yetenek yok gibi.

Bu sözlerimiz bir tür bahane oluyor. Çalışmamak, kendimizi zorlamamak için bir bahane. Kolay olanı seviyoruz.

Yetenek diye bir şey yok. Yetenek dediğimiz şey istemek, çok istemek. Bir şeyi yapmayı, öğrenmeyi çok istemek. Yüzmeyi, satrancı, gitar çalmayı, Korece öğrenmeyi çok istemek gibi. Kafaya takıp bunun peşinden koşmak gibi. Başarılı sanatçılar, bilim adamları hep takıntılı insanlar. Faydali takıntı bu elbette.

Belki doğal, genetik yetenek de vardır. Bütün ailenin müzisyen olması gibi. Bunlar nadirdir herhalde.

Diyelim çocukken evde veya okulda iyi, düzenli bir eğitimle her şeyi öğrenebiliriz. İstek ve disiplinle olur hepsi. Belki doğuştan yetenek olsa da yine de eğitim lazım.

Mozart gibi olanlar da vardır tabii. Hiçbir melodiyi unutmayan bir hafıza ve sürekli üreten bir zihin. Ama o dahi. Ama biz insanlar normaliz. Çok istersek kendimizi bile yenebiliriz, aşarız.

Yazmak isteyenler, zamanı olanlar yazsın işteee!

2 Mayıs 2025 Cuma

ESKİLER

 



Sahaflarda eski fotoğraflar oluyor. Dükkanların önüne sepetlere koyuyorlar bu fotoları. Yüzlerce fotoğraf oluyor bu sepetlerde. Sahafların dediğine göre bu fotoların meraklıları varmış.

Eski dönemlerin dizilerini, filmlerini yapanlar bu sahaflara gelip foto bakarlarmış. O dönemlerin giyimleri, eşyalarını, atmosferini anlamak için. Yerli dizilerin her bölümünü yazan senaryo ekipleri var. Bu yazarlar, set, giyim elemanları sahaflara veya eski giysi, eşya satan dükkanlara gidip alışveriş yapıyorlar.

Büyüklerini kaybeden insanlar aile fotolarını, eski fotoları, siyah beyaz fotoları toplayıp sahaflara getiriyormuş. Fotoları, albümleri getiriyorlar. Sahaflar, bu yüzden, şehrin geçmişi bizde diyorlar. Anadolu Yakasında yaşayıp ölen insanların fotoları Kadıköy sahaflarında, Avrupa Yakasında yaşayıp ölenlerin fotoları Beyoğlu sahaflarında birikiyormuş.

Bu fotolar arasında geçmişlerini keşfedenler de oluyormuş. Babalarının, ninelerinin fotolarını veya akrabalarının, arkadaşlarının fotolarını bulanlar oluyormuş. Bazı insanlar geçmişe, nostaljiye, vintaja, retroya düşkün oluyor. Bazı insanlar da geçmişi değil de hatıraları seviyorlar.

Bazen parklarda oturan yaşlı teyzeler görüyoruz. Ellerinde örgüler oluyor veya çay içip bir şeyler yiyorlar, evlerinden getirdikleri. Torunları oluyor çevrelerinde. O teyzeler tam da bu sahaflardaki siyah beyaz fotolardaki hayatları anlatıyorlar sanki. Şöyle hikayeler, anılar kulağımıza çalınıyor parkta.

İstanbul’a doğudan gelmişiz. Ermeni zulmünden kaçmışlar, Ağrı’dan gelmişler ama öncesi de varmış. Erzurum’dan da kaçmışlar. Maraş’a gelmişler. Kayı boyu Türklerindenmişiz. Böyle tatlı tatlı anlatırlar.

Veya, anneannemin evinin alt katında biz oturuyorduk. Evin önünde beton vardı, toprak girmesin diye. Arkada odunluk vardı. İçi örümcek doluydu. Önünde kümes vardı. Anneannem maydanoz, soğan ekerdi bahçeye. Dama buğday kaynatıp sererlerdi. Buğdayı kova ile yukarı çekerlerdi. Komşularla ekmek yapardık. Kurban kesince mangal yakılırdı.

Eski fotoğraflar da teyzeler de ne güzel anlatıyorlar geçmişi.