Kendimizi suçlamaya eğilimliyiz. Bir olay olur, kendimizi suçlarız, karşıdaki kişi de bizi suçlar, o nedenle de bir daha kendimizi suçlarız. Bu şekilde iki kez kendimizi suçlamış oluyoruz. Üstelik de karşıdaki kişi bizi suçlarken hatalıdır.
Diyelim ki, birini seviyorsun. O da seni sevdiğini söylüyor. Sana soruyor. Daha önce birini sevdin mi, diye. Sen de diyorsun ki, sevdim. Karşıdaki kişi, der ki, ben sadece beni sevdiğini sanıyordum. Sen başkalarını da sevmişsin. Suçlarsın kendini. Acaba, birine sevginin bitmesi bir suç mu veya bir arıza mı?
Hımm, ya ben acaba herkesi mi seviyorum ki? Karşıdaki kişi de der ki, sen önüne çıkanı seviyorsun. Sen zaten kendini suçlamıştın. Boş yere. Karşıdaki de suçlayınca sen bir daha kendini suçladın. Halbuki ortada bir suç veya hata da yok. Senin önceden birini sevmiş olman şimdi karşına çıkan insanı neden ilgilendiriyor ki?
Bizim ülkede böyle oluyor. İlişkiler çok hzlı gelişiyor ve bitiyor. Avrupa’da kişiler birbirlerine böyle sorular soramıyorlar. Herkesin hayatı kendine. Yargılayamazsın karşıdakini. Bizler bizim ülkede böyle sorulara cevap vermek durumunda kalıyoruz. Bir insan diğer insana kendi yaklaşıyor, seviyor, kendini sevdiriyor, sonra da sen herkesi seviyorsun diyor, örneğin. İki yüzlülük.
Duygularımızla mantığımızı bir düzene koyamıyoruz. Bu nedenle yanlış kararlar alıyoruz. Genelde bir kendini sevmeme, değer vermeme sendromu var. Bu durum herhalde ya aileden ya da arkadaşlarımızdan dolayı bizlerde ortaya çıkıyor. İnsanların hakkımızda düşündükleri şeylere çok takılıyoruz. Gururdan veya belki utangaçlıktan.
Diyelim kendimizi güzel bulmuyoruz. Veya sevilmediğimizi düşünüyoruz. Bir sohbette biri ben arkadaşlarımı güzel insanlar arasından seçerim dese içimiz ağlar. Veya birine mesaj yazdın, saatlerce cevap gelmedi. İşte zaten sevilmiyorum ben diye düşünüyoruz.
Duygusal, kırılgan bizim ilişkilerimiz, ruhlarımız. Çevreden gelen etkilere, tepkilere çok açık, her an zedelenebilirler. Ruhlarımızı bizler değil de belki melekler koruyor.


