İKİ YILDIZ (Eitha 4)
Gece uzundu. Öyle ki günler geçmesine rağmen solgun güneşin yeniden görünmesi bir sonraki hasat zamanını bulmuştu. Bu uzun gece boyunca ne Vhalar bir kez dinlenmişti ne de Eitha. Hiç durmadan devam eden savaşları yaşayanlar dünyasını Gölge'nin ve onun müritlerinin yapabildiğinden daha fazla kaosa sürüklemiş ve bir harabeye çevirmişti. Tek amacı Gölge'yi durdurmak, insanların acılarını dindirmek ve ışığın ve kutsanmış olan her şeyin karanlığın karşısında galibiyetini sağlamak olan Vhalar, bir türlü Eitha'nın öfkesini dindirememiş, onun karanlığa düşen zihnini kurtaramamış ve sevgilisini yeniden ışığa kavuşturup ruhunu arındıramamıştı. Onu Gölge'nin bir müridine dönüştüren trajediyi son anda anlamış olmasına rağmen o sırada yapabileceği hiçbir şey olmamıştı. O makus ritüel sırasında Gölge tek evlatlarını çoktan yok etmiş çocuktan geride kalan bedeni canlı olduğu kadar ruhsuz ve boş bir kabuk haline gelmişti. Ritüelin bitmesine izin vermiş olsaydı çocuğun bedenini ele geçiren Gölge onun kutsallığını kirleterek oğlunun eliyle dünyaya kötülük saçacaktı. Vhalar'ın müdahalesi sadece bu boş bedeni canlanmaya çalışan yaratıkla beraber yok etmek olmuştu. Fakat Eitha bunları asla kabul edemiyor, deliliğe düşen zihni hiçbir gerçeği dinlemiyordu. Ona karşı dil dökmek boşunaydı çünkü artık duyabildiği tek şey karanlığın yıkıcı fısıltılarıydı. Bir zamanlar Vhalar'ın yanında karanlığa karşı savaşırken kazandığı güç ve kabiliyetler ne kadar fazlaysa şimdi karanlık taraftayken de o kadar güçlü ve baş edilemez durumdaydı. İkisinin ruh gücü ve savaş becerileri birbirine denk olduğundan biri diğerine bir türlü galip gelemiyordu. Gölge bu yeni durum karşısında oldukça memnun ve hırslıydı. Eğer Eitha ışığı yenerse artık karşılarında kimse duramayacaktı. Göklerdeki kutsal savaşçılar ve tembel tanrılar ise epey endişeliydi. Çünkü Vhalar'ı bir süredir meşgul eden bu kişisel savaş nedeniyle kumandan ordusunun başına geçemiyor, büyük zaferler yerini feci kayıplara bırakıyor ve her geçen gün bir başka sancak karanlığa düşüyordu. Işığın orduları en güçlü kumandanlarının liderliğini kaybetmiş olmanın şaşkınlığı içindeydi. Diğer kumandanlar ve kutsal savaşçılar Vhalar kadar yetenekli ve güçlü olmadıkları için sancaklardaki hakimiyetlerini gittikçe kaybediyor ve karanlık karşısında daha fazla ilerleyemiyorlardı. Gün geçtikçe yüreklerindeki inanç onları terk ediyor ve her seferinde daha büyük kayıplar veriyorlardı. İşte bu şekilde Gölge yeniden hızla hakimiyeti eline alır olmuş ve bir süredir yaralarını iyileştirmeyi başaran şehirler bile yeniden harabelere dönmüştü.
Günler ve aylar böyle geçip giderken Vhalar ve Eitha hararetli savaşlarının arasında başka hiçbir şeyin farkında olmadan birbirlerini yenmeye çalışıyordu. Gölge öyle güçlenmişti ki dünyanın atmosferini bir koza gibi sarmış ve güneşin bir parça ışığının bile yeryüzüne inmesine engel olmuştu. İki yıldız bu şekilde dünyanın her yerinde çarpışıp dururken bir gün yolları ilk kez karşılaştıkları o ormanın bitimindeki çürük balık kokan kıyı kasabasına düştü. Kokharkan Koht-tiyan yani kısaca Koht veya Koht-tiyan ismi verilen kasabanın adı sirenlerin çürük midesi anlamına geliyordu. Geçmişteki o büyük savaştan sonra burada yeniden bir yerleşim kurulmamıştı ve her şey o gün bıraktıkları gibi duruyordu. Ahşap evlerin çoğu yanmış geride temelleri ve bazılarının da iskeletleri kalmıştı. Arada sırada yağmacıların geride kalan eşyaları talan etmek için uğradığı belli oluyordu. O günkü savaşta ölenlerin iskeletleri her yerde üzerlerini örten yosunların ve otların arasında uzanıyordu. Eitha çocukken yaşadığı evi görünce bir an için duraksadı. Gölge'nin fısıltılarını bile o sırada işitemez olmuştu. Ailesini düşündü. Bir türlü hatırlayamıyordu onlara ne olduğunu. Gölgeye düştüğünden beri hatıraları bir bir yok olmuştu. Neredeyse bir yıldır bilinçsizce ve safi bir öfke ile savaşıp duruyordu. Onun bu duraksaması Vhalar'ı da şaşırtmıştı. Buna ne anlam vermesi gerektiğini bilemedi. Onlar karşı karşıya böylece durup kalmışken denizin üzerinde Vhalar'ın gemileri ve Gölge'nin çirkin yaratıkları savaşıyordu. Komutanlarının yönetimi olmadan denizcilerin durumu pek iyi görünmüyordu ama ellerinden geleni yapıyorlardı. Yaratıklar çeşit çeşit cisimlenmişti. Bazısı ejderhalar gibi kanatlanıp uçarken gemilerin yelkenlerini parçalıyor bazısı suyun içinden ilerleyip gövdede büyük bir delik açtıktan sonra küpeşteye tırmanarak denizcilere saldırıyordu. Vhalar bu kısa an boyunca uzun zamandır çevresinde olup bitenlerin ilk defa farkına varıyordu. Işığa kavuşturmaya çalıştığı dünya rezil bir karanlığa bürünmüş, inançla onu takip eden askerleri büyük bir trajedinin içine düşmüştü.
Sonunda Eitha'yı ışığa geri çağıramayacağını veya onu yenemeyeceğini anlamıştı. O anda kararını verdi. Eitha'ya doğru yürürken silahını yere attı. Lime lime olup yer yer yanmış pelerinini omuzundan çekip fırlattı. Altın sarısı saçlarının arasında duran ışığın tacını da diğer eliyle alıp yere attı. Yapacağı şey yüzünden onu taşımaya hakkı olmayacaktı. Silinmiş hafızası yüzünden hala şaşkın halde yıkıntı halinde duran evine bakan Eitha Vhalar'ın kendisine doğru geldiğini görünce içinde yeniden bir öfke patlaması yaşadı. Neler olduğunu hatırlamıyordu ama bu adamı yok etmek istiyordu. Onu parçalara ayırmak ve ruhunu ateşe atmak istiyordu. İçindeki öfke o kadar büyüktü ki bunun karşısında kendi canı da yanıyordu. Fakat daha hiçbir şey yapmaya fırsat bulamadan Vhalar gelip ona sarıldı. Eitha yine şok içinde kalmıştı. Ruhunu parçalamak istediği bu adam gelip ona sarılmıştı. Bir an bu sarılmaya karşılık verecekmiş gibi hissetti kendini. Hemen sonra onu itmeye ve savaşına devam etmeye çalıştı. Ama boşunaydı. Vhalar bir dua okumaya başlamıştı. Söylediği ilahi ruhundaki kutsal ışığı dışarı çıkarıyor ve ilk karşılaşmalarında küçük Eitha'nın şahit olduğu gibi parıltılar saçıyordu. Fakat Vhalar parıltılar saçmakla kalmadı. Kısa bir an sonra tıpkı güneş gibi bir alev çemberi etraflarını sardı. Vhalar onu yenemeyeceğini kabul ettiği anda ruhunu ikisi için de yok etmeye karar vermişti. Böylece hem Eitha'nın ruhunu bu ızdıraptan kurtaracak hem de dünyayı sürükledikleri kaosa son verecekti. İkisinden sonra ışığın ordularının yeniden bir düzen ve denge bulacağına ve karanlığı yenebileceklerine inanıyordu. Eitha ne kadar çırpındıysa da bir faydası olmadı. Uzaklardan bakıldığında yeryüzüne düşen bir yıldız gibi görünüyorlardı. İşte böylece karanlık ve aydınlık iki yıldızın ruhu yanarak yaşayanların dünyasındaki rollerine son verdi. Onlardan geriye kumsala vuran iki çakıl taşı kaldı. Ruhları yanarken saçtıkları enerji dünyayı saran kozayı dağıttığı için sonunda güneş yeniden yüzünü gösterebilmişti. Ve işte böylece uzun gece artık sona ermişti. Sonrasında olanlarsa artık başka kahramanların ilgi çekici hikayeleri oldu.
Son
LORAN VE HAKU (Eitha 6)
Sabah olmasını bekleyemedim. Düşünceler uyumama bir türlü izin vermeyince kuzgun tüyüyle kaplı paltomu üzerime sıkıca giyinip kulübemden dışarı çıktım. Gündüzleri hava yaz mevsiminde 16-17 dereceye ulaşmayı başarsa da geceleri eksilere düşüyor ve genellikle fırtınalı geçiyor. Bu yüzden yolculuk beklediğimizden de zorlu geçebilir. Çünkü yakında kış gelecek. Eski dünyanın mevsimleri şimdi bildiğimizden çok farklıydı. Eskiden belirgin bir yaz mevsimi ve kış mevsimi ve bunların da çok kısa geçiş dönemleri vardı. Fakat şimdi yılın 7 ayı kış ve geri kalanı da hafif bir ilkbahar gibi geçiyor. Güneşin sıcak olduğunu en fazla iki ay hissedebiliyoruz.
Yüzüme çarpıp resmen derimi kesen rüzgara karşı yürüyerek Haku'nun evine vardım. Birkaç yıldır burada kamp kurduğumuz için artık hepimizin bir evi vardı. Hatta burada doğan ilk çocuk da yanılmıyorsam 7 yaşına varmış olmalı. Zavallı şeyler göçebe olmayı ilk defa tecrübe edecek. Bu duruma alışkın olsam da birkaç yılda bu yere alışmıştım ve minik kulübemi gerçekten ev gibi hissetmeye başlamıştım. Ayrılmak biraz kalbimi kıracak ve herkesin de böyle hissettiğine eminim. Haku biraz ağır işittiği için kapıyı epey yumruklamam gerekti. Gören de adam ölüyor sanır. Kapı açıldığında kendimi içerinin sıcağına attım. Böyle bir fırtınada dışarıda olmak akıl işi değil. Benim halimi görünce Haku telaşlanmak yerine “Yine mi sen!” diye azarladı. O benim akıl hocam olduğu için gecenin bir vakti gelmelerime alışkındı. Kafama ne zaman bir şey takılsa onun yanında bitiyordum. Fakat kuzgun paltomu çıkartıp astıktan sonra kazağın omzunu çekiştirerek açtığımda hayalet görmüş gibi geriye birkaç adım atarak kendisinden hiç beklenmeyecek derecede sarsıldı. Onun bu tutumu karşısında gerçekten korkulacak bir hastalığa düştüğümü anladım.
"Durumum bu kadar mı kötü yani?" diyerek onu kendi düşüncelerinden bulunduğumuz boyuta çektim. Bana şimdi de acıyan gözlerle bakıyordu. "Konuşsana Haku! Bitkilerinle bir şey yapamaz mısın?" Bir süre düşünmeye devam ederek sinirlerimi epey yıprattı. Sonra köşedeki masayı gösterip oturmamı işaret etti. Hâlâ tek bir kelime sarf etmiyordu. Onu bu kadar korkutup dilini yutmasına sebep olduysa omzumdaki bu iki diş yarası ölümcül olmalıydı. Belki de ona gelmekte çok geç kalmıştım. Dört gün beklemek yerine hemen ona gelseydim bir şey değişir miydi diye düşünürken Haku bir takım keskin doktor aletlerinin ve sargı bezlerinin olduğu çantasıyla yanıma geldi. Kazağı çıkartmamı söylerken bir yandan da yüzüme hiç bakmadan masanın üzerine serdiği temiz örtüye neşter, makas ve başka aletlerle beraber can yakıcı o iğrenç temizleyici sıvıyı dizmeye başlamıştı. Yaranın içini açıp görmek istiyordu. Dediğini yapıp iki kat giydiğim kazakları çıkarttım. Acıyı daha az hissetmeyi umarak köşedeki odun ateşinin harelerine odaklanıp bana verdiği çayı içtim.
Haku yarayı kesip açtı. Acı hiç de azımsanamazdı ve biraz daha güçsüz olsam bayılabileceğimi hissediyordum. Yara öyle kötü enfeksiyon kapmıştı ki omuzumda bir yumruk kadar büyük bir şişkinliğe ulaşmıştı. Garip bir şekilde içinden kan yerine yeşil bir sıvı akıyordu. Bunu görünce aklımı kaçıracak gibi oldum ve koca bir yetişkin olmama rağmen neredeyse ağlayacaktım. "İçim mi çürümüş Haku? Bu ne böyle yeşil yeşil, küflendim mi yoksa?" diye saçma sapan sorular sormaya başladım. Bir ekmek gibi küflendiğimden endişe ediyordum. Biraz da sarhoş gibiydim ve bu bana az önce içirdiği çay yüzünden olmalıydı.
"Enfeksiyon için neredeyse geç kalıyormuşsun aklın neredeydi senin çocuk?" diye beni azarlarken neredeyse bütün küfümü aldığı ve o yakıcı sıvıyla temizlediği yaramı tekrar dikmeye başladı. Yaranın olduğu yerden bütün vücuduma şu odun ateşi gibi alevler yayılıyordu. Başım dönmeye başladığında Haku beni mumya gibi sarmayı bitirmişti. Zar zor ayakta durabildiğim için beni odanın karşısındaki yatağına taşıdı. Uzandığımda biraz daha iyi hisseder gibi oldum. Bir sandığı karıştırıp şişelerin arasından bir tanesini seçti ve getirip bir yudum almamı istedi. Yarın yola çıkacağımız için odadaki bütün rafları boşaltıp bütün ilaçlarını iki üç sandıkta toplamıştı. Sandıkları taşıyacak olan dışarıdaki kurtların uluması fırtınaya karışıyordu. Onlar insandan biraz daha büyük ama evcil kurtlardı ve soğuk havaya inanılmaz uyum sağlamışlardı.
"Bir gün böyle bir şeyle karşılaşacağımı biliyordum ve eski yazmaları bu yüzden araştırıyordum." dedikten sonra nefes alıp konuşmaya devam etti. Sonunda konuşuyor olması beni rahatlattığı için sözünü kesmeden dinledim. "Doğru şifacının yanında olduğun için şanslı sayılırsın Loran. Fakat benim yapabildiklerimin de bir sınırı var. Yakında kendini çok aç hissedeceksin. Kendini sakın kaybetme. Asla çiğ et yemeye kalkışma. Kendini kötü hissettiğin zamanlarda sana vereceğim ilacı içeceksin ve vahşileşmeni böyle engellemeye çalışacağız. Unutma asla çiğ et yok. Onu bir defa denersen geri dönüşün olmaz. Anladın mı?"
Şaşırmıştım. Ne demek istediğine dair en ufak bir fikrim yoktu. "Çiğ et mi? Vahşileşmek mi? Köpek miyim ben ne diyorsun Haku?" diye sordum. Ama o oldukça ciddi görünüyordu. "Şu an pek insan olduğunu da söyleyemeyiz öyle değil mi? Isırıldın Loran! Bir Opkan tarafından ısırıldın.. Bazı kaynaklarda onlara Vupkan, Ubır veya vampir deniyor. Bizse Gece Gezgini diyoruz. Bir Gezgin tarafından ısırılıp hangi akılla bunu sakladın söyler misin, delirdin mi sen?"
Bana bu kadar kızmış olmasını pek anlamıyordum. Tamam vahşi ve saldırgan yaratıklar ama beni öldüremedikleri için mutlu olmamız gerekmez miydi? Bunu Haku'ya sorduğumda bana şaşkın gözlerle baktı. Eski hikayelerden bahsetti ve ısırılan kişilerin de onlara dönüşebileceği teorisini anlattı. Bu bana epey saçma gelmişti. Enfeksiyondan ölmem dışında bir tehlike olduğu düşüncesini aklım almıyordu. Üstelik bu hikayeler çocukları korkutup ormandan uzak tutmak için anlatılırdı. Gerçek olduğuna dair hiç kanıt yoktu. "Kanıt sensin!" diye bağırdığında gerçekten korktum. Söylediği şeyin gerçek olmasından korktum. Isırıldığımdan beri güneşten kaçınmam, hiç doyuyor gibi hissetmemem ve hep susamış hissetmem hikayelerdeki belirtilerin aynısıydı. Ben.. ben bir Opkan.. Vupkan.. adı her neyse bir Gezgine mi dönüşecektim... Bedenimdeki tüm kan korkudan çekilmiş gibiydi. Kan.. Kan düşünmemeliydim..
Kendimi kaybediyor gibi görünmüş olmalıyım ki Haku kafama elindeki havluyla vurdu. Dikkatimi yeniden ona verdiğimde beni hayattan almasını istemiyorsam sakin olmamı ve odağımı kaybetmememi söyledi. Kontrolü elimde tutarsam bununla yaşayabileceğimi umuyordu. Bana üzerinde iki çakıl taşı bağlanmış olan bir kolye verdi ve hiç çıkartmamamı söyledi. "Atalarımızdan kalan kutsal bir eşya bu. Vhalar ve Eitha'nın yadigarı olduğu söylenir. Sana güç verecektir." diye açıkladı. Bir de şimdilik artık insan olmadığımı.. tamam yani yarı insan olduğumu kendisinden başka kimseye söylemememizin daha iyi olacağını belirtti. Çünkü hâlâ zorlu bir yolculuk için onlara rehber olmam gerekiyordu.
Sabah olmasını bekleyemedim. Düşünceler uyumama bir türlü izin vermeyince kuzgun tüyüyle kaplı paltomu üzerime sıkıca giyinip kulübemden dışarı çıktım. Gündüzleri hava yaz mevsiminde 16-17 dereceye ulaşmayı başarsa da geceleri eksilere düşüyor ve genellikle fırtınalı geçiyor. Bu yüzden yolculuk beklediğimizden de zorlu geçebilir. Çünkü yakında kış gelecek. Eski dünyanın mevsimleri şimdi bildiğimizden çok farklıydı. Eskiden belirgin bir yaz mevsimi ve kış mevsimi ve bunların da çok kısa geçiş dönemleri vardı. Fakat şimdi yılın 7 ayı kış ve geri kalanı da hafif bir ilkbahar gibi geçiyor. Güneşin sıcak olduğunu en fazla iki ay hissedebiliyoruz.
Yüzüme çarpıp resmen derimi kesen rüzgara karşı yürüyerek Haku'nun evine vardım. Birkaç yıldır burada kamp kurduğumuz için artık hepimizin bir evi vardı. Hatta burada doğan ilk çocuk da yanılmıyorsam 7 yaşına varmış olmalı. Zavallı şeyler göçebe olmayı ilk defa tecrübe edecek. Bu duruma alışkın olsam da birkaç yılda bu yere alışmıştım ve minik kulübemi gerçekten ev gibi hissetmeye başlamıştım. Ayrılmak biraz kalbimi kıracak ve herkesin de böyle hissettiğine eminim. Haku biraz ağır işittiği için kapıyı epey yumruklamam gerekti. Gören de adam ölüyor sanır. Kapı açıldığında kendimi içerinin sıcağına attım. Böyle bir fırtınada dışarıda olmak akıl işi değil. Benim halimi görünce Haku telaşlanmak yerine “Yine mi sen!” diye azarladı. O benim akıl hocam olduğu için gecenin bir vakti gelmelerime alışkındı. Kafama ne zaman bir şey takılsa onun yanında bitiyordum. Fakat kuzgun paltomu çıkartıp astıktan sonra kazağın omzunu çekiştirerek açtığımda hayalet görmüş gibi geriye birkaç adım atarak kendisinden hiç beklenmeyecek derecede sarsıldı. Onun bu tutumu karşısında gerçekten korkulacak bir hastalığa düştüğümü anladım.
"Durumum bu kadar mı kötü yani?" diyerek onu kendi düşüncelerinden bulunduğumuz boyuta çektim. Bana şimdi de acıyan gözlerle bakıyordu. "Konuşsana Haku! Bitkilerinle bir şey yapamaz mısın?" Bir süre düşünmeye devam ederek sinirlerimi epey yıprattı. Sonra köşedeki masayı gösterip oturmamı işaret etti. Hâlâ tek bir kelime sarf etmiyordu. Onu bu kadar korkutup dilini yutmasına sebep olduysa omzumdaki bu iki diş yarası ölümcül olmalıydı. Belki de ona gelmekte çok geç kalmıştım. Dört gün beklemek yerine hemen ona gelseydim bir şey değişir miydi diye düşünürken Haku bir takım keskin doktor aletlerinin ve sargı bezlerinin olduğu çantasıyla yanıma geldi. Kazağı çıkartmamı söylerken bir yandan da yüzüme hiç bakmadan masanın üzerine serdiği temiz örtüye neşter, makas ve başka aletlerle beraber can yakıcı o iğrenç temizleyici sıvıyı dizmeye başlamıştı. Yaranın içini açıp görmek istiyordu. Dediğini yapıp iki kat giydiğim kazakları çıkarttım. Acıyı daha az hissetmeyi umarak köşedeki odun ateşinin harelerine odaklanıp bana verdiği çayı içtim.
Haku yarayı kesip açtı. Acı hiç de azımsanamazdı ve biraz daha güçsüz olsam bayılabileceğimi hissediyordum. Yara öyle kötü enfeksiyon kapmıştı ki omuzumda bir yumruk kadar büyük bir şişkinliğe ulaşmıştı. Garip bir şekilde içinden kan yerine yeşil bir sıvı akıyordu. Bunu görünce aklımı kaçıracak gibi oldum ve koca bir yetişkin olmama rağmen neredeyse ağlayacaktım. "İçim mi çürümüş Haku? Bu ne böyle yeşil yeşil, küflendim mi yoksa?" diye saçma sapan sorular sormaya başladım. Bir ekmek gibi küflendiğimden endişe ediyordum. Biraz da sarhoş gibiydim ve bu bana az önce içirdiği çay yüzünden olmalıydı.
"Enfeksiyon için neredeyse geç kalıyormuşsun aklın neredeydi senin çocuk?" diye beni azarlarken neredeyse bütün küfümü aldığı ve o yakıcı sıvıyla temizlediği yaramı tekrar dikmeye başladı. Yaranın olduğu yerden bütün vücuduma şu odun ateşi gibi alevler yayılıyordu. Başım dönmeye başladığında Haku beni mumya gibi sarmayı bitirmişti. Zar zor ayakta durabildiğim için beni odanın karşısındaki yatağına taşıdı. Uzandığımda biraz daha iyi hisseder gibi oldum. Bir sandığı karıştırıp şişelerin arasından bir tanesini seçti ve getirip bir yudum almamı istedi. Yarın yola çıkacağımız için odadaki bütün rafları boşaltıp bütün ilaçlarını iki üç sandıkta toplamıştı. Sandıkları taşıyacak olan dışarıdaki kurtların uluması fırtınaya karışıyordu. Onlar insandan biraz daha büyük ama evcil kurtlardı ve soğuk havaya inanılmaz uyum sağlamışlardı.
"Bir gün böyle bir şeyle karşılaşacağımı biliyordum ve eski yazmaları bu yüzden araştırıyordum." dedikten sonra nefes alıp konuşmaya devam etti. Sonunda konuşuyor olması beni rahatlattığı için sözünü kesmeden dinledim. "Doğru şifacının yanında olduğun için şanslı sayılırsın Loran. Fakat benim yapabildiklerimin de bir sınırı var. Yakında kendini çok aç hissedeceksin. Kendini sakın kaybetme. Asla çiğ et yemeye kalkışma. Kendini kötü hissettiğin zamanlarda sana vereceğim ilacı içeceksin ve vahşileşmeni böyle engellemeye çalışacağız. Unutma asla çiğ et yok. Onu bir defa denersen geri dönüşün olmaz. Anladın mı?"
Şaşırmıştım. Ne demek istediğine dair en ufak bir fikrim yoktu. "Çiğ et mi? Vahşileşmek mi? Köpek miyim ben ne diyorsun Haku?" diye sordum. Ama o oldukça ciddi görünüyordu. "Şu an pek insan olduğunu da söyleyemeyiz öyle değil mi? Isırıldın Loran! Bir Opkan tarafından ısırıldın.. Bazı kaynaklarda onlara Vupkan, Ubır veya vampir deniyor. Bizse Gece Gezgini diyoruz. Bir Gezgin tarafından ısırılıp hangi akılla bunu sakladın söyler misin, delirdin mi sen?"
Bana bu kadar kızmış olmasını pek anlamıyordum. Tamam vahşi ve saldırgan yaratıklar ama beni öldüremedikleri için mutlu olmamız gerekmez miydi? Bunu Haku'ya sorduğumda bana şaşkın gözlerle baktı. Eski hikayelerden bahsetti ve ısırılan kişilerin de onlara dönüşebileceği teorisini anlattı. Bu bana epey saçma gelmişti. Enfeksiyondan ölmem dışında bir tehlike olduğu düşüncesini aklım almıyordu. Üstelik bu hikayeler çocukları korkutup ormandan uzak tutmak için anlatılırdı. Gerçek olduğuna dair hiç kanıt yoktu. "Kanıt sensin!" diye bağırdığında gerçekten korktum. Söylediği şeyin gerçek olmasından korktum. Isırıldığımdan beri güneşten kaçınmam, hiç doyuyor gibi hissetmemem ve hep susamış hissetmem hikayelerdeki belirtilerin aynısıydı. Ben.. ben bir Opkan.. Vupkan.. adı her neyse bir Gezgine mi dönüşecektim... Bedenimdeki tüm kan korkudan çekilmiş gibiydi. Kan.. Kan düşünmemeliydim..
Kendimi kaybediyor gibi görünmüş olmalıyım ki Haku kafama elindeki havluyla vurdu. Dikkatimi yeniden ona verdiğimde beni hayattan almasını istemiyorsam sakin olmamı ve odağımı kaybetmememi söyledi. Kontrolü elimde tutarsam bununla yaşayabileceğimi umuyordu. Bana üzerinde iki çakıl taşı bağlanmış olan bir kolye verdi ve hiç çıkartmamamı söyledi. "Atalarımızdan kalan kutsal bir eşya bu. Vhalar ve Eitha'nın yadigarı olduğu söylenir. Sana güç verecektir." diye açıkladı. Bir de şimdilik artık insan olmadığımı.. tamam yani yarı insan olduğumu kendisinden başka kimseye söylemememizin daha iyi olacağını belirtti. Çünkü hâlâ zorlu bir yolculuk için onlara rehber olmam gerekiyordu.
Not: Eitha, ilk üç bölüm, Kelime Oyunu 1 adlı yazımda, bölüm 4 ve bölüm 6, Kelime Oyunu 4 adlı yazımda, bölüm 5 ise Kelime Oyunu 3 adlı yazımda.
REI VE VOA
Rei etrafı saran dumanların geçmesini beklerken şaşkın şaşkın çevresine bakınıyordu. Büyü kitabı patlama sırasında fırlayıp yere ters bir şekilde düşmüştü. Ahşap zeminde sürünerek gidip kitabı aldı ve çalıştığı sayfayı buldu. Saçları patlamanın etkisiyle biraz yanmış ve karışmış halde havaya kalkmış durumdaydı ve her bir tutam ondan uzaklaşmak ister gibi başka yöne doğru uçuşuyordu. Yüzünün ve kıyafetlerinin her yeri de is olmuştu. Sayfayı bulup incelemeye başladı. Nerede hata yapmıştı ki? Kedi nanesi, Ay şurubu, Jüpiter tozu, güney sahillerinden alınmış bir deniz kabuğu, ejder meyvesi, avokado, örümcek yumurtası, bir iguananın ilk kez değiştirdiği derisi. Eh hepsini kullanmıştı. Malzemelerde eksik yoktu.
Birisi onu bulmadan hatasını düzeltmesi için sorunun ne olduğunu anlaması gerekiyordu. Ya da doğrudan Baykuş'a gitmeli ve yardım etmesi için yalvarmalıydı. Tek istediği kendisine arkadaşlık edecek ve konuşabilen bir kediydi fakat kazanda yaptığı şey korkunç bir patlamaya sebep olmuş ve bir de… bir de… incelediği büyü kitabının arkasından ona gözlerini dikip bakan şu şeyi ortaya çıkartmıştı.
"Tanrım senin kediye benzer hiçbir yanın yok ki!" diye ona bağırdı.
Karşısında bir kediden daha büyük ve simsiyah bir tüy yumağı vardı. Sadece tüylerden oluşuyormuş gibi görünse de tüyden ziyade duman gibi, toz gibi bir şeydi. Miyazaki’nin toz tavşancıklarına benziyordu. Merkezinde iki büyük gözden başka yüzünü oluşturabilecek hiçbir şeyi yoktu. Ağzının bile olduğundan şüphe edilebilirdi. Fakat tüye benzeyen bu dumandan gövdesinin içindeki karanlıktan kıpkırmızı ve upuzun bir dil aniden çıkıp Rei'nin yüzünü yaladığında görünmeyen bir ağzı olduğu anlaşılmış oldu.
"Ben seninle şimdi ne yapacağım?"
Rei hatalı büyü yapmanın suçuyla ve bunu yakalanmadan nasıl düzelteceğini bilememenin telaşıyla ağlamak üzereydi. Ama karşısındaki bu yaratık öyle sevimli ve şapşal davranıyordu ki bir yandan da onu tekrar yok etmenin haksızlık olacağını hissediyordu. Yaratık üç yaşında bir bebek gibi etrafta yuvarlanıyor ve zıplıyordu. Ayakları olmadığı için yuvarlanması belki de normaldi. Belki de ayaklarını da ağzı gibi gizliyordu. Böyle etrafta koştururken perdeye takılıp kumaşı yere indirdiğinde içeri süzülen gün ışığından öyle bir korktu ki Rei içgüdüsel olarak hemen koşup ona sarıldı.
Korkudan gözleri kocaman olan tuhaf yaratığa sakinleştirici şeyler söyleyerek ışığın korkulacak bir şey olmadığını anlatmaya çalıştı ve kendi kolunu ışığa tutarak sözlerini destekledi. Yaratık sürekli "Voaaa, voaa.. hmm.. Voaa!" diye anlamsız kelimelerle bir şeyler söylüyordu. Rei'yi dinledikten sonra saklandığı karanlık köşeden çıkıp onun gibi ışığın altında durdu. Bundan hoşlanmış olacak ki yine "Voaaa!" derken bu sefer sevinçli görünüyordu. Rei oldukça yaratıcı davranarak ona Voa ismini verdi. Ona biraz su ve yiyecek verip etrafı toparladı ve hata yapmış olsa da bu hatayı kabul ederek bundan sonrasında neler yapabileceğine bakmanın iyi bir şey olduğunu düşündü. Sonuçta bir kedi olmasa da tüylü ve kısmen konuşabilen ve tuhaf bir arkadaş yaratabilmiş ve büyüsü kısmen tutmuştu. Şimdi asıl mesele bunu ailesine söylemekti. Ama minik büyücü Rei bunu da başarırdı.
Son
PERİ
Biliyor musun bir peri ağladığında bir yıldız kayarmış. Zaten gezegenler de bir kedinin masadan yuvarlamasıyla evrene saçılmış. Bunu düşününce bir perinin ağlayabilmesine çok da şaşırmamak gerek. Herhalde sadece neşe perileri, rüya perileri, tatil perileri ve çikolata perileri olduğunu sanmıyordun. Elbette ki hüzün perileri de var ve onlar fırsatını buldukları her an ağlayabilirler. Yine de neyse ki gözyaşları her zaman felaketle sonuçlanmıyor ve yağmur perilerine yardımı dokunuyor. Yağmur perileri iş başına geçmeden önce hüzün perilerinin gözyaşları yüzünden gökyüzü maviliğini kaybetmişti. Mavi çok zor bulunan bir renk sonuçta fazla yıkamaya gelmiyor. Üstelik renklilerle karışınca bozulmaması için dikkat etmek gerekir. Her neyse yağmur perileri fazla akan gözyaşlarını bulutlarda topladıkları için artık gökyüzü rengini kolay kaybetmiyor ve hemen toparlanabiliyor. Böylece bal perileri de açık gökyüzüne kavuşmakta gecikmiyor. Balsız bir dünya hayal edebiliyor musun? Ben edemiyorum. Herhalde bu en korkunç kabusum olabilir. Eğer bal perileri olmasaydı bu kadar neşeli olamazdım sanırım. Tamam biraz abartmış olabilirim ama hadi yapma sen de mis gibi polen kokulu lezzetli bir bal için bir çikolatadan daha fazla bağlılık duyabilirsin. İşin ucunda şövalye arıların kalite standartları var. Hiçbir zaman lezzetsizliğe tahammülleri olmadığı için işlerini her zaman en iyi şekilde yaparlar. Ah şu an bir parça taze bal ve kaymak için bütün çikolata sepetimi feda ederdim. Geçen yılın cadılar bayramından kaldığı için umarım hiçbiri bayatlamamıştır. Korkma kimseyi zehirlemem o benim işim değil. Biliyor musun her şey gezegenleri yuvarlayan o kediler var ya onların başının altından çıkmış. Yani bir ihtimal masadan aşağı onları yuvarlamasalardı bunların hiçbiri olmazdı. O zaman bal perileri de olmazdı. Sen de ve ben de.. işte o zaman çok sıkıcı olurdu. Hiçliğin ortasında sıkılmak için epey vakit olurdu ve bundan hoşlanmazdım. O yüzden iyi ki kediler var. Bir de diğer her şey ve hepimiz. Gezegenleri yuvarladıkları için kedilere ve hüzün perilerinin bereketli gözyaşlarına ve yağmur perilerine de gökyüzüne mavi rengini geri verdikleri için teşekkür etmeliyiz. Bir de benim bütün deliliklerime katlandığın ve benim kadar deli olduğun için sana teşekkür etmeliyim. İmza delilik perisi.
SON
MİNA VE TERE
Sakin bir gece yürüyüşü yaparken sıcak bir yaz gecesinde bir cadıyı rahatsız edebilecek şeylerin başında gece böcekleri veya yarasalar gelmiyordu. Bir cadı için bunlar zaten evcil hayvan sayılırdı. Mina'yı aheste ve dalgın yürüyüşü sırasında rahatsız edip ciğerleri sökülürcesine panik içinde koşturan şey yakınlarından geçtiği bir mağarayı mesken edinmiş bir terrier hayaletiydi. Mina hayatta iki şeyden korkardı. Biri köpekler, diğeri ise hayaletlerdi. Ve şimdi peşinde ikisinin bir karışımı koşturuyordu. Arkasına bakmaya bile korkarak tüm gücüyle koşarken kemikleri titriyor ve içi ürperiyordu. Teninin rengi bembeyaz bir hal almışken kendisinin de hayaletten farkı kalmamıştı.
Böylece koştururken sonunda ayağı bir dal parçasına takılıp yerde yuvarlandığında sonunun geldiğini düşündü. Tam toparlanıp ayağa kalkacağı sırada terrier hayaleti gelip üzerine atladı. İşte şimdi Mina'yı yiyecek ve kemiklerini daha sonra oynamak için saklayacaktı. Mina da çok korktuğu hayaletlerin arasına katılmak zorunda kalacaktı. O kadar çok korkmuştu ki başta neler olduğunu anlamakta zorlandı. Terrier onu yemek yerine yüzünü yalıyor, ağlıyor gibi sesler çıkartırken bir o yana bir bu yana zıplayıp duruyor ve üzerinde tepiniyordu.
"Hadi, hadi... Bana bir top at minik kız beni anlamıyor musun, iki saattir oyun oynayalım diye bağırıyoruuuum.."
Mina kulaklarına inanamadı karşısında konuşan bir köpek vardı.. daha doğrusu konuşan bir köpek hayaleti..
"Niye bu kadar şaşırdın hem de bir cadı olarak! Bana bu şekilde bakman çok ayıp.. Hadi biraz daha koşalım mııı çok eğlenceliydiii?"
Hayalet hiç susmadan konuşmaya ve arada bir havlamaya devam ediyordu. O kadar çok konuşuyor ve o kadar çok soru soruyordu ki Mina'nın kafası daha çok karışıyordu. Sonunda ne yaptığını kendisi de fark etmeden elini bir şey fırlatıyormuş gibi ileriye doğru savurdu ve parlak ışıklar saçan büyülü bir top gecenin içinde yuvarlandı. Terrier hayaleti büyülenmiş gibi bir odaklanmayla gözlerini kilitlediği büyülü topun peşine düştü ve büyük bir hızla onu yakalayıp geri getirdi. Böylece Mina ve hayalet terrier sıkı bir dostluğun başlangıcını atmış oldu. Mina hayaletlerden hala korksa da Tere ismini verdiği minik soluk renkli şeffaf arkadaşı onu diğer hayaletlere karşı koruyor ve her zaman büyülü top oyunu oynamaya ve bir şeyleri kovalamaya bayılıyor.
Son
Sakin bir gece yürüyüşü yaparken sıcak bir yaz gecesinde bir cadıyı rahatsız edebilecek şeylerin başında gece böcekleri veya yarasalar gelmiyordu. Bir cadı için bunlar zaten evcil hayvan sayılırdı. Mina'yı aheste ve dalgın yürüyüşü sırasında rahatsız edip ciğerleri sökülürcesine panik içinde koşturan şey yakınlarından geçtiği bir mağarayı mesken edinmiş bir terrier hayaletiydi. Mina hayatta iki şeyden korkardı. Biri köpekler, diğeri ise hayaletlerdi. Ve şimdi peşinde ikisinin bir karışımı koşturuyordu. Arkasına bakmaya bile korkarak tüm gücüyle koşarken kemikleri titriyor ve içi ürperiyordu. Teninin rengi bembeyaz bir hal almışken kendisinin de hayaletten farkı kalmamıştı.
Böylece koştururken sonunda ayağı bir dal parçasına takılıp yerde yuvarlandığında sonunun geldiğini düşündü. Tam toparlanıp ayağa kalkacağı sırada terrier hayaleti gelip üzerine atladı. İşte şimdi Mina'yı yiyecek ve kemiklerini daha sonra oynamak için saklayacaktı. Mina da çok korktuğu hayaletlerin arasına katılmak zorunda kalacaktı. O kadar çok korkmuştu ki başta neler olduğunu anlamakta zorlandı. Terrier onu yemek yerine yüzünü yalıyor, ağlıyor gibi sesler çıkartırken bir o yana bir bu yana zıplayıp duruyor ve üzerinde tepiniyordu.
"Hadi, hadi... Bana bir top at minik kız beni anlamıyor musun, iki saattir oyun oynayalım diye bağırıyoruuuum.."
Mina kulaklarına inanamadı karşısında konuşan bir köpek vardı.. daha doğrusu konuşan bir köpek hayaleti..
"Niye bu kadar şaşırdın hem de bir cadı olarak! Bana bu şekilde bakman çok ayıp.. Hadi biraz daha koşalım mııı çok eğlenceliydiii?"
Hayalet hiç susmadan konuşmaya ve arada bir havlamaya devam ediyordu. O kadar çok konuşuyor ve o kadar çok soru soruyordu ki Mina'nın kafası daha çok karışıyordu. Sonunda ne yaptığını kendisi de fark etmeden elini bir şey fırlatıyormuş gibi ileriye doğru savurdu ve parlak ışıklar saçan büyülü bir top gecenin içinde yuvarlandı. Terrier hayaleti büyülenmiş gibi bir odaklanmayla gözlerini kilitlediği büyülü topun peşine düştü ve büyük bir hızla onu yakalayıp geri getirdi. Böylece Mina ve hayalet terrier sıkı bir dostluğun başlangıcını atmış oldu. Mina hayaletlerden hala korksa da Tere ismini verdiği minik soluk renkli şeffaf arkadaşı onu diğer hayaletlere karşı koruyor ve her zaman büyülü top oyunu oynamaya ve bir şeyleri kovalamaya bayılıyor.
Son
ABİS
Dalgıç eski tip bir hazne ile suya daldı. Çok derine abise kadar inmeyeceği için bu emektar konserve işe yarardı. Işıklar saçan konsol üzerinde derinliği ve topografyayı gösteren grafikler vardı. Yavaşça aşağı indikçe güneşin su yüzeyinde yarattığı desenler ve ışık huzmelerinin görüntüsü arasında minik bir inciye benziyordu. Güneş ışığından desenler haznenin ön tarafını kaplayan ve yukarıda bir kubbeye dönüşen kalın camlarından içeriye giriyor ve dalgıcın ve yanındaki minik terrierin üzerinde motifler yaratıyordu.
Makinenin orasında burasında kırmızı yeşil ışıklar yanıp sönerken suyun maviliği de her yerden yansıyordu. Balıklar bu garip metal nesne ve içindeki iki tuhaf canlı karşısında şaşkın şaşkın çevrelerini sarmış yenilebilir bir şey olup olmadığını kontrol edip duruyorlardı. Neon balıkları bu curcunanın en renkli ve neşeli olanlarıydı. Dalgıç bir yaş günü kutlayacaktı. Şık giyinmiş ve fular da takmıştı. Karideslerin kabuklarını ve yanında bir şişe de şarap açtı. Heyecanla bir o balığa bir bu balığa bakınıp dururken Tere’yi de unutmamıştı. Onun tabağına da en sevdiği mamadan koydu. Köşedeki eski taş plağın üzerine iğneyi indirdikten sonra arkasına yaslanıp her yıl olduğu gibi kadehini manzaraya karşı kaldırarak güzel hoş ve tatlı sözler söyleyerek kutlamasını yaptı.
Son
SET
Beyaz elbisemin ütüsü bozulmasın diye sabahtan beri ayakta duruyordum. Ve bu yüzden gece bacaklarımın ağrısından uyuyamayacağımdan emindim. İyi bir masaja veya iki kutu ton balığına ihtiyacım olacaktı. Ton balığı yediğimde bebek gibi uyurum çünkü. Yönetmen iki gündür çektiğimiz sahneleri sonradan beğenmediği için her şeyi baştan alıyorduk. Bu sefer biraz ilham alarak senaryoya doğaçlama katmamızı istediği için gergindim. Bugünkü sahnelerimin çoğu aksiyon yerine konuşmalar ve bakışmalardan ibaretti. Tek bir aksiyon sahnem vardı ki onda da bir tekneden denize düşecektim. Bu nedenle onu sona bırakmıştık.
Molalarda set arkadaşlarımızla sohbet ederken boğulma fobimden kimseye bahsetmedim. Konunun açılması beni daha da gerebilirdi. Zira korkunç bir boğulma anısına sahipken sık sık bunu düşünerek suyun kenarında çekim yapmak pek de hoş olmuyor. Neyse ki gergin duruşum tam da polisiye havasına uygundu. Yoksa bu konuda da gerilebilirdim. Saatlerce çekim yaptıktan sonra sıra son aşamaya geldiğinde yönetmen kısaca konuşma yaptı ve dikkat etmemiz gereken noktalara değindi. Sahnemde güvendiğim ajan tarafından ihanete uğruyordum. Şok içinde görünmeliydim. Ajanın darbesiyle bilincimi kaybedip suya düşecektim. Suyun altında da kameralar farklı açılarla hazırdı ve rolümü eksiksiz olarak orada da kısa bir süreliğine devam ettirmeliydim. Yönetmen her şeyi tek seferde çekmek istiyordu. Yoksa sudan defalarca çıkıp kurulanmamı ve tekrar tekrar aynı şeyleri çekmemizi kimse istemezdi.
Çekim başladığında teknenin ortasında duruyordum ve ajan da çok yakınımdaydı. Karakterimi kendine aşık etmiş ama ihanetinin planlarını gizlice yürütmüştü. Konuşma sırasında şaşkınlığa uğrayan karakterim yaşadığı şok ile geri geri adım atmaya başladı. Ajan da üzerime tehditvari şekilde gelmeye devam ediyordu. Elinde karakterimin geçmişiyle ilgili sırlar vardı. Çok geçmeden dövüşmeye başladık. Bu tür sahneler için kısa birkaç dövüş eğitimi almıştık.
Sahnede kullanabileceğimiz alanlarda döne döne dövüşürken kendimi küpeştede olmam gereken yerde buldum. Kollarımla düşmemek için kenara tutunduğum için ajan bir anlığına görüşümün dışında kalmıştı. Bu sırada başıma aldığım darbe ile bir yandan geriye doğru dönerken öte yandan bilincim kapanarak küpeştedeki boşluktan sırt üstü sulara düşüyorum. Saçlarım rüzgarda uçuşurken gözlerim tamamen kapanıyor ve büyük bir gürültü ve tsunamiyle tuzlu suyun içindeki yolculuğuma başlıyorum. Gözlerim kapalı kalmaya devam etse de etrafımdan hava kabarcıklarının köpürerek süzüldüğünü hissediyorum. Gittikçe derinlere iniyorum. Bahar aylarına yeni girdiğimiz için suyun serinliği içimi ürpertiyor. Ne kadar daha rolüme devam etmem gerektiğini bilmiyorum. Boğulmaktan korkuyorum. Gözlerimi açtığımda suyun yüzeyinde güneşin dalgalarla dansını görebiliyorum. Fakat uyanık kalamıyorum. Korku nedeniyle vücudum kilitleniyor. Ve kendimden geçiyorum.
Son
Beyaz elbisemin ütüsü bozulmasın diye sabahtan beri ayakta duruyordum. Ve bu yüzden gece bacaklarımın ağrısından uyuyamayacağımdan emindim. İyi bir masaja veya iki kutu ton balığına ihtiyacım olacaktı. Ton balığı yediğimde bebek gibi uyurum çünkü. Yönetmen iki gündür çektiğimiz sahneleri sonradan beğenmediği için her şeyi baştan alıyorduk. Bu sefer biraz ilham alarak senaryoya doğaçlama katmamızı istediği için gergindim. Bugünkü sahnelerimin çoğu aksiyon yerine konuşmalar ve bakışmalardan ibaretti. Tek bir aksiyon sahnem vardı ki onda da bir tekneden denize düşecektim. Bu nedenle onu sona bırakmıştık.
Molalarda set arkadaşlarımızla sohbet ederken boğulma fobimden kimseye bahsetmedim. Konunun açılması beni daha da gerebilirdi. Zira korkunç bir boğulma anısına sahipken sık sık bunu düşünerek suyun kenarında çekim yapmak pek de hoş olmuyor. Neyse ki gergin duruşum tam da polisiye havasına uygundu. Yoksa bu konuda da gerilebilirdim. Saatlerce çekim yaptıktan sonra sıra son aşamaya geldiğinde yönetmen kısaca konuşma yaptı ve dikkat etmemiz gereken noktalara değindi. Sahnemde güvendiğim ajan tarafından ihanete uğruyordum. Şok içinde görünmeliydim. Ajanın darbesiyle bilincimi kaybedip suya düşecektim. Suyun altında da kameralar farklı açılarla hazırdı ve rolümü eksiksiz olarak orada da kısa bir süreliğine devam ettirmeliydim. Yönetmen her şeyi tek seferde çekmek istiyordu. Yoksa sudan defalarca çıkıp kurulanmamı ve tekrar tekrar aynı şeyleri çekmemizi kimse istemezdi.
Çekim başladığında teknenin ortasında duruyordum ve ajan da çok yakınımdaydı. Karakterimi kendine aşık etmiş ama ihanetinin planlarını gizlice yürütmüştü. Konuşma sırasında şaşkınlığa uğrayan karakterim yaşadığı şok ile geri geri adım atmaya başladı. Ajan da üzerime tehditvari şekilde gelmeye devam ediyordu. Elinde karakterimin geçmişiyle ilgili sırlar vardı. Çok geçmeden dövüşmeye başladık. Bu tür sahneler için kısa birkaç dövüş eğitimi almıştık.
Sahnede kullanabileceğimiz alanlarda döne döne dövüşürken kendimi küpeştede olmam gereken yerde buldum. Kollarımla düşmemek için kenara tutunduğum için ajan bir anlığına görüşümün dışında kalmıştı. Bu sırada başıma aldığım darbe ile bir yandan geriye doğru dönerken öte yandan bilincim kapanarak küpeştedeki boşluktan sırt üstü sulara düşüyorum. Saçlarım rüzgarda uçuşurken gözlerim tamamen kapanıyor ve büyük bir gürültü ve tsunamiyle tuzlu suyun içindeki yolculuğuma başlıyorum. Gözlerim kapalı kalmaya devam etse de etrafımdan hava kabarcıklarının köpürerek süzüldüğünü hissediyorum. Gittikçe derinlere iniyorum. Bahar aylarına yeni girdiğimiz için suyun serinliği içimi ürpertiyor. Ne kadar daha rolüme devam etmem gerektiğini bilmiyorum. Boğulmaktan korkuyorum. Gözlerimi açtığımda suyun yüzeyinde güneşin dalgalarla dansını görebiliyorum. Fakat uyanık kalamıyorum. Korku nedeniyle vücudum kilitleniyor. Ve kendimden geçiyorum.
Son
ooo deepsii bu minik bir kitap olma yolunda gidiyor sankii :) önceki bölümlerle beraber düşününce dolu dolu bir efsane oldu yaa çok hoş :) Vhalar'ın gelip sarıldığı sahne bir anime olsaydı böyle kamera etraflarında dönerdi çok hoş olurduuu :)
YanıtlaSilSarılma ile işi çözmen çok iyi fikirdi Deep
YanıtlaSilGüneş geldi ya artık herşey daha iyi olur herhalde.
YanıtlaSil:))
Çok güzel bir bölümdü. Roman haline bile çevrilebilir. :) Karanlık ve aydınlığın savaşı iyiydi. Karakterleri sevdim, sonu şaşırtıcı bitti. Önceki bölümlere de bakacağım. Kalemine sağlık.
YanıtlaSilBu tarzını seviyorum senin.
YanıtlaSilBu tarzda çok başarılısın Deep, bence bir kitap daha çıksın :))
YanıtlaSilÇok güzeldi, sevgi, bir sarılma nelere sebep olabiliyor :-)) Kaleminize sağlık, harikaydı 🙏☺️
YanıtlaSilSenin bu hayal gücüne ve yaratıcılığına bayılıyorum.
YanıtlaSilgüzeldi teşekkürler
YanıtlaSilyeni bir kitap için hazırlık mı? bu hikaye
YanıtlaSilbu bilim kurgu öykülerine bayılıyorum..
YanıtlaSilBu yazıyı kaç günde yazdın,bayağı uzunmuş ama paragfar formatı olduğu için pek okuyamadık..Okuyana aşk olsun..😊
YanıtlaSilertuğrul yıldırım.
Sildün birkaç saatte yazdım. ya herkes okuyor bir tek sen okuyamıyon, üstelik bu kez düzeltip koydum bloga, word de iken düz metin yapıştır dedim, yani düzgün olmalı, senin server da bişey olmalı yaa :)
ertuğrul yıldırım.
Silgeçen hafta şunları şunları yap demiştin, onları yaptım, okuyabiliyorsundur artık sanırım :)
ama olmamış işte,yazı halen küçük..ama problem galiba yazı düzenleme panelinde olabilir,otomatik kendini bozuyor gibi..sen son yazıma gel,orda bilgiler var..:)
Silertuğrul yıldırım.
Silblog arkadaşlarımıza sordum, herkes okuyor, senin tarayıcıda bir sorun olmalı, belki göremiyon bazı yazılarımı :)
hey deeptone,
YanıtlaSilnaber dostun...blogun çok güzel.. yardımların için çok sağol......
Önceki yazıda demeyi unuttum; ama hikayelerini çok beğendiğim gibi karakterler için seçtiğin isimler de ayrı bir güzel. :)
YanıtlaSilHayal gücüne ve onu yansıtan kalemine sağlık...
YanıtlaSilbende blogger'a geçtim beklerim herkesi....
YanıtlaSilhttps://ayisigininhayaldunyasi.blogspot.com/2021/04/kelime-oyunu-19.html
YanıtlaSilsevgili uyuşuk hayalperest in yazısısı :)
https://fairytaleess.blogspot.com/2021/04/uyans-2-bolum-kelime-oyunu-19.html
YanıtlaSilsevgili ilkay ın yazısısı :)
şimdilik görebildiğim 3 kişi olduk.
YanıtlaSililkay
uyuşuk hayalperest
dipsi
:)
Bayıldımmm, devamını merakla bekliyor olacağım. Özellikle epik fantastik çok hoşuma giden bir tür <3 Kalemine sağlık Deep.
YanıtlaSilroza.
Silteşekkür ederiiim, piki yazarım :)
https://rozaninkutuphanesi.blogspot.com/2021/04/krmz-baslkl-bir-adam-kelime-oyunu-19.html
YanıtlaSilsevgili roza nın yazısısı :)
şimdilik görebildiğim dört kişi olduk.
YanıtlaSilroza
ilkay
uyuşuk hayalperest
dipsi
:)