Sayfalar

27 Ekim 2020 Salı

İNDİRİMLİ HAYALLER







Hep hayal ederdim. Jane Austen, Bronte kardeşler, Adalet Ağaoğlu, Marcel Proust, Kafka, Oğuz Atay, Tolstoy, Balzac, Çehov’un beyinlerinin içindekilerini, zekalarını, hayal güçlerini, yazmak için kurgularını kendi beynime naklediyorum.

Bunların karışımından romanlar yazıyorum. Neler çıkardı acaba diye düşünürüm her zaman.  Hayal etmek güzel bir şey. Tabii adını söylediğim yazarların hayal güçleri daha güçlü olmalı benimkinden. Ama tabii ben onlardan daha şanslıyım. Onlar büyük olasılıkla birbirlerinin eserlerini okumadılar. Ama yani ben hepsini okudum.

Sonra onların hepsini kendime ait bir odada bir araya getirdim. Oturun konuşun dedim, ne keyifli olur sohbetleri onların ama. Konuşun da keyifle sizleri dinleyim, sonra da sizden esinlenip romanlar yazayım. Kendine ait bir oda da beynim yani. Veya gizli bahçe de diyebiliriz buna. İnsanın gizli bahçesi olur arada bir zararlı otları ayıklar, besler, sular bitkileri.

Yoksa yani herkese bir oda versek, dört duvardan oluşan, otur yaz desek, yazamaz herhalde hiç kimse veya çoğu, hatta yazmaktan sıkılıp odadan çıkarlar, yazmak istemiyorum, özgürlük istiyorum da diyebilirler. Yazmak için o duvarların sizinle konuşması lazım. Belki o odada sizden önce yaşayanların hayatlarını size anlatmalılar. Sizin de belki o duvarlarla konuşmanız lazım. Bu belki delilik olabilir yani güzel bir delilik.

Üstelik yazmak için önce duvarları yıkmalı. Odalar beynimizde olsun. İstediğimiz zaman o odalara girelim, her odada bir hikaye olsun veya her odaya bir yazar koyalım. O odaya girince o yazar gibi yazalım.

Şimdi bugün örneğin Jane Eyre evden çıkar, yol üstündeki parktan geçer ve Migros’a girer, indirimli kitaplar arasında klasik eserlerden Jane Eyre’i görür. Beni yazmışlar der. Sıkıcıdır bu, okumayım.


21 Ekim 2020 Çarşamba

KABULE

 




Anneannem, babaannem, dedelerim, daha öncesinden de büyük anneannem ve büyük babaannemden dinlediklerimi yazıyorum arada bir. Bizim aile uzun yaşayan bir aile. Baba tarafı daha uzun, en az 90, 100, Girit kanından geliyor bu.

Giritliler uzun yaşıyor, Giritli kadınlar ise daha da uzun yaşıyor, öyle bir genetik var onlarda, büyük babaannemin deyişiyle naturaları sağlam. Nature olsa gerek, doğası sağlam, belki de kemikleri olabilir, belki de Giritli kadınların karkas ağırlığı iyi. Karkas yani Kafkas değil.

Anne tarafım ise Kırım. Kırımlılar o kadar uzun yaşamıyorlar. Çünkü zamanında kırım kırım kırılmışlar. Ben de onların torunları olarak elbette çok komiğim yani. Ne gadan ne gadan komikim.

Anneannem yine anlatmıştı. Daha önceki tembellik hikayelerine benzemeyen hikayelerden. Hikaye değil tabii, kendi yaşamından kesitler aslında.

Bir komşusu varmış. Komşu aile bir evlatlık getirmişler evlerine, Nermin. Nermin onlarda büyümüş, genç kız olunca evlenmiş, eşi taksi şoförü imiş. Fakat adam içkiye başlamış, Nermin adamdan ayrılıp yine ailesine dönmüş.

Sonra ikinci kez evlenmiş. Nikahta kabule demiş. Kabule Urduca kabul ediyorum demekmiş. Bir nikah cümlesi. Anneannem bunu ekliyor çünkü kendisi Arap, Hindistan, Pakistan dizilerini seviyor. Anne tarafım Kırımlı olmasına rağmen bence bizim ailede bir Hintlilik de olmalı. Aslında zaten nasıl bütün Türkler Konyalı ise, bütün insanlar da Hintli olabilir. Hint, Pakistan normal de Arap dizileri ilginç. Çünkü böyle bir dokunuş anne değil baba tarafımda var. Türkiye’den ve Makedonya’dan Girit’e giden büyüklerim, Osmanlı zamanı yani, orda Mısır ve Libya’lı kadı ve imam kızları ile evlenmişler. Arap kanı var biraz yani.

DNA testine göre, Ege, Girit, Makedonya, Mısır, İtalya çıktı zaten. İtalya da normal çünkü İtalyanlarla Türklerin orijini aynı, Etrüskler. Bir de Makedonya’daki Arnavutlar ile İtalyanlar da hem akraba sayılırlar hem de coğrafi olarak da bitişikler zaten.

Nermin, ikinci kez kabule diyor, bu kez kocası iyi bir insan, birinci sınıf bir garson imiş. Daha sonra adamın garsonluk yaptığı yerde bir tür düğün gibi bir eğlence yapmışlar. Garson herkesi tanıdığı için, bu düğüne Ümit Besen’i de çağırmış. Bizimkiler İzmir’de zaten. Besen gelmiş, tabii. Oturmuş orga şarkılar söylemiş. Nikahınaaa beni çağır sevgilim, bu şarkıyı da söylemiş. Bu şarkı söylenirken restorana Nermin’in eski kocası taksi şoförü gelmiş, kapıdan girmiş ortaya doğru yürümüş. Neyse ki garsonun arkadaşları adamı durdurmuşlar.

20 Ekim 2020 Salı

KALFA

 




Mart’tan bu yana düzenli olarak yaptığım gibi günlük gıda alışverişine giderken eczanenin önünde bir kalabalık ve gürültü gördüm. Yaklaştım, konuşmaları dinledim.

 

Bir iki yıldır çalışan bir eczacı kalfası vardı. İki gün önce filan gündüz eczanede çalışırken bilgisayara girmiş, rulet oyununu açmış ve eczanenin kasasından 35 bin lira alıp oyun oynamış, kaybetmiş.

 

Sonra anlaşılmış tabii. Özür dilemiş, kalfanın ailesi de eczacıya bu parayı ödemiş. Konu kapanmış gibiymiş ama bugün öğlen kalfa, kendisi genç bir oğlan, eczaneye gelmiş ve eczanenin sahibi karı koca ile kavga etmiş.

 

O yüzden eczacı aile tekrar şikayet etmiş oğlanı. Kalabalıkta çevre halk vardı, civardaki parktan bekçiler gelmiş, polis de gelmiş.

 

Oğlan yazık yaa bu olay yüzünden bir anlamda iş hayatını karartmış oldu. SGK siciline işlenecekmiş bu.

14 Ekim 2020 Çarşamba

İSTASYON

 





Hepimiz birer istasyon gibiyiz. Veya otogar.

 

İnsanlar gelirler, bir süre dinlenirler giderler. Yani, hayatlarımıza girerler, bir süre kalırlar ve sonra giderler.

 

Saati gelen, zamanı gelen gider, son kullanma tarihi gelenler gibi. Aynı anda birkaç tren de kalkabilir hayatımızdan. Otogarda saat başı hepsi bir anda hareket eden otobüsler gibi bir anda herkes de gidebiliyor.

 

Ne trenler ne otobüsler gelip gidiyor tabii. İstasyona girdiği anda belki hiç gitmeyeceğini düşünürüz, o da öyle düşünse de, biraz dinlenir, temizlenir, yakıtını alır ve gider, yola çıkarlar, başka istasyonlara doğru.

 

İstasyon yani hayatımız, ruhumuz, tren müzesi veya ulaşım müzesi değil, gelen gidiyor işte. Düşünün bir de hiçbiri gitmeseydi, ne yapardık!

 

Bizde, istasyonumuzda, otogarımızda  toplasanız kaç tane tren veya otobüs kalıcı oluyor ki?

13 Ekim 2020 Salı

PENCERE

 




Lisede edebiyat öğretmenimiz bize bir ödev yoluyla büyük bir ders vermişti.

 

Bir gün derste, bugün ders yapmayacağız dedi. Bugün pencereden bakacağız. Kendisi sınıfın penceresinin önüne geçti. Dışarı baktı. Biz de arkasına toplaştık.

 

Ne görüyorsunuz dedi. Sınıfın bahçesini görüyorduk. Her zaman gördüğümüz gibi. Okulun bahçesi, beden dersindekiler, topla bir şeyler oynayanlar, uzak bir köşede birbirine çok yakın duran bir kızla bir oğlan. Kızın kucağında defter vardı, ödev yapıyor gibiydiler ama sanki daha çok öpüşüyor gibi duruyolardı.

 

Kapının dışında satıcılar vardı, karşıda bir kırtasiye kafe, orda anneler oturmuş sohbet ediyolar, simit yiyerek çay içiyorlardı, sigara içen de vardı.

 

O gün başka konu işlemedik derste, sohbet ettik. Öğretmen, bu gece evde yazın bakalım, bugün pencereden gördüklerinizi, dedi. Bir zarfa koyup yarın bana verin.

 

Hepimiz bir şeyler yazdık işte. Bir köpek gördüm, bir anne ile kızı gördüm, mavi göğü gördüm, sanki yağmur yağacak gibiydi gibi şeyler yazdık hepimiz. Ertesi gün öğretmenimiz, derste açtı zarfları ve bize okudu.

 

Hiçbirini beğenmemişti öğretmen. Hepiniz eksik yazmışsınız dedi. Önce şunu yazmalıydınız:

 

CAM

7 Ekim 2020 Çarşamba

TEMBELLİK

 




Anneannemden daha önce dinlediğim iki gerçek hikaye.

 

Bir zamanlar iki kadın varmış. Kardeşler. Yaşlıcalar. İkisi de evde hep aynı koltuklarda otururlarmış. Biri birinde diğeri diğerinde. Hiç yerlerini değiştirmezlermiş. Televizyon seyreder örgü örerlermiş.

 

Bir gün karar vermişler. Koltuklarımızı değiştirelim diye. Buna üç günde karar vermişler. Sonra da değiştirmişler koltuklarını.

 

Biri diğerine demiş ki, bak gördün mü, nerdeydiiik nerelere geldik!

 

Bir tembelhane varmış. Orada yaşayan gençlerden biri gerçekten de çok tembelmiş. Bir gün bu tembelhane yanmış. Herkes kaçmaya başlamış.

 

Bu tembele de hadi sen de kaç demişler. O da şöyle demiş:

 

Durun önce şu yangın bir sigaramı yaksın da öyle kalkarım yerimden!