Sayfalar

31 Aralık 2021 Cuma

YILIN YENİSİ İYİDİR

 




Madem geliyorsun yeni yıl, gel madem, gel gel de gör gününü, yeni yılda daha neşeli, umutlu, huzurlu olmazsam görürsün sen. 2020’yi, 2021’İ unutmazsam görürsün. Bu yılı çöp poşetine koyup atıyorum şimdi sokaktaki çöp konteynerine.

Bu günlerde her yerde gördüğümüz ışıklar gibi olsun ruhumuz, rüzgardaki poşetler gibi uçsun. Evdeki oyuncaklarımın bir kısmını da poşetlere doldurup yoksul çocuklar için belediyeye götüreyim. Kitaplar okullara, biraz da yollarda soğuktan üşüyen açları da doyurmalı.

Günlüklerimi okuyup bakayım da bu sene için daha önce düşlemediğim hayaller bulayım, yepyeni en heyecanlı hayaller. Aşırı heyecanlı, aşırı renkli hayaller kuralım ki şenlik gibi, lunapark gibi olsun hayatımız, her şeye rağmen.

Bütün periler, melekler, yıldızlar bizden yana olsun. Yeni yıl meleği, aşırı heyecan perisi, çocukluk yıldızı, masumiyet ay ışığı. Hayallerimizle, oyuncaklarımızla oynarken her şeyi, uyumayı bile unutalım, çocukken olduğu gibi.

Meleklere, perilere, mucizelere, hayal gücümüze, hayat içinde kendi kendimize uydurduğumuz hikayelere, bu hikayelerin kim ne derse desin gerçek olduğuna, gündelik yaşamdaki her durumu, olayı kendi hayal gücümüze uydurmaya, hepsini farklı yorumlamaya inanmak insana hep iyi gelir.

Yeni yılı olduğu gibi sevelim. Herkes olduğu gibi sevilmek ister. Kendimizi de olduğumuz gibi seversek belki yeni yılı da olduğu gibi kabul ederiz. Belki çok düşünmezsek sevebiliriz kendimizi. Çocuk kalbi taşıyanlar, çocuksu kalp taşıyanlar belki daha az düşünüp yaşadıkları için daha çok sevilirler.

Canım bu yıl, biliyorsun yani bu akşam bitiyorsun. Üzülme ama biliyorsun seni hep hatırlayacağım, ister istemez saklayacağım hatta kimseler bulmasın diye zihnimde derinlere gömeceğim, diğer yıllarla birlikte. Çünkü yeni yıl geliyor sen beni terk ediyorsun ama yeni yıl hep benimle olacak. Yaşasın hep en yeni yıl!

28 Aralık 2021 Salı

JAPON MANGA ANİMELER

 


ELFEN LIED

Japon bilimkurgu manga animesi. Bilimsel deneyler sonucu ortaya çıkan yeni türler ve bu türleri kontrol altına alma konusu, bilimkurgunun sevilen dallarından. Laboratuvarda üretilen psişik, boynuzlu, görünmez elli bir türün temsilcisi Lucy adlı bir kız, bilim adamlarının elinden kaçar. Çift kişilikli olan Lucy bazen de Nyuu adlı saf bir kıza dönüşmektedir.

Bilim adamları onun peşindedir, kendi türdeşleri de ama o yeni tanıştığı birkaç arkadaşı ile hepsinden saklanır. Hem kanlı, hem şiirsel ve estetik bir mutant dizisi. Türünün en tanınmış dizilerinden. Not:4/4




LAST EXILE

Japon bilimkurgu manga animesi. Kurgusal bir gelecek dünya. Dünya ikiye bölünmüş ve savaşta, yönetici sınıf da var. Herkesin bir şekilde uçak kullandığı animede, yönetici ve iki dünya arasında hep savaş vardır.

İki hava posta pilotu, posta yarışmalarına katılmaktadır, bir görev alırlar, bir ufak kızı bir uzay gemisine götüreceklerdir. Bu ikisi görevlerini yerine getirirken ister istemez bir mücadelenin, isyanın, göklerde savaşın içinde bulurlar kendilerini. Teknoloji, arkadaşlık, aksiyon dizisi. Türünün önde gelenlerinden. Not:4/4



NANA

Japon josei (genç kız) anime manga serisi. Nana adlı iki kız arkadaşın öyküsü. Biri zayıf karakterli bir kız diğeri ise güçlü karakterli bir müzisyen. Ezik Nana sevdiği oğlanın ardından büyük şehre gelir, trende müzisyen Nana ile tanışırlar. Şehirde birlikte ev tutarlar. Ezik Nana işe girer, bir yandan da durmadan aşık olur birilerine. Diğeri ise müziği ile ilgilenir.

Dizi bu ikisinin arkadaşlıkları, aşkları, insanlarla ilişkileri üzerine gerçekçi bir dram. Arada komik durumlar olsa da oldukça hüzünlü. Özellikle ezik Nana’nın mutluluğu bulma çabası hüzünlü. Müzisyen Nana’nın müzik çalışmaları, çalıştığı gruplar, konserleri, şarkıları keyifli. Dizinin unutulmaz müzikleri ve şarkıları var. Final de hüzünlü ve iyi. Türünde iyi tanınanlardan. Not:4/4

26 Aralık 2021 Pazar

MUHTEŞEM KRALİÇE




MUHTEŞEM KRALİÇE

The Great Queen Seondeok

Seondeok yeowang

Bölüm sayısı 62

Yayın Tarihi 2009

Shilla’nın entrikalı tarihinin bir döneminde geçen dizi tarihi gerçeklerden uyarlanmış. Deokman ikiz olarak dünyaya gelen prenseslerden biridir. Fakat ikizlerin kraliyet soyuna felaket getireceği ve erkek varislerin son bulacağına dair kehanet yüzünden kral ikizlerden birini ya öldürmek ya da gizlemek zorunda kalır. Kral ülke yönetiminde gücünü soylulara kaptırdığı için son derece pasif bir kraldır ve bu konuda yapabileceği hiçbir şey olmaz. İkizlerden birini gizlemeye karar verir ve daha doğum odasındayken kraliçenin en sadık hizmetçisi Sohwa’ya Deokman’ı vererek onu saraydan uzağa kaçırıp kendi kızı olarak büyütmesi ve sıradan bir insan olarak mutlu bir yaşantı sunmasını emreder. Sohwa bebekle beraber saraydan kaçar. 

İkizler birbirinden habersiz şekilde büyür. Bu arada sarayın tüm gücü mühürdar ve rahibe Lady Mishil’ın elindedir. İkizlerden haberdar olmuştur ama bunu kanıtlamadan bir şey yapamamaktadır. Mishil tüm yaşamı boyunca hep kraliçe olup tüm gücü eline almak için yaşar, Shilla’ya hükmetmek tek hayalidir bu yüzden zaman içerisinde isteklerini yerine getirmeyen kralları bir şekilde alaşağı etmiştir. Şimdi de kraliçeyi devreden çıkartmak ve kralı tümüyle ele geçirmek belki de onu tahttan indirip yerine kullanabileceği başkasını getirmek için ikizleri kanıtlamak zorundadır. Böylece Deokman uzaklara kaçırılsa da Haranglardan Mishile bağlılık duyan ve son derece güçlü olan Chilso ne pahasına olursa olsun hayatını ikizi bulmak için ortaya koyar. Deokman, Sohwa ve Chilso ayrıca bebeği ve hizmetçiyi koruyan Büyük Usta Munno senelerce ortadan kaybolur.

Hikaye böyle başlar. Bir gün Chilso, Deokman ve anne bildiği Sohwa’nın yaşadığı yere tesadüfen gelir ve çok geçmeden durumu fark eder. Kovalamaca sırasında Deokman kimliğini tam olarak anlayamasa da kaybolan Munno’yu bulursa gerçek babasını öğreneceğini anlar, Chilso’dan kaçarlarken annesi Sohwa çölde bir kum bataklığına düşer ve onu kaybeder. Yaşadığı acı ve almak istediği intikam nedeniyle Deokman yolunu Shilla’ya çevirir. Bu noktadan sonra önce bir Harang alayına katılır, Kız kardeşini sıradan bir keşiş olarak tanır ve çeşitli maceralardan beraber kurtulurlar. Her şeyin arasında hala peşindeki katilden ve Mishil’ın oyunlarından defalarca kurtulmak zorunda kalırlar. Prenses olduğu anlaşıldığında gerçek ailesinden intikam almak istese de kardeşine duyduğu bağlılıkla onun yanında yer alıp Mishil’e sonuna kadar savaş açar. Bundan sonra hedefi daha önce hiç örneği olmamasına rağmen kraliçe olarak Shilla’ya hükmetmek ve hükümdar olmaktır. Bu Mishil’in bile aklına gelmemiştir.

Dizideki kötü karakterlerin bile o kadar derin duyguları ve kişilikleri var ki hepsine saygı duymak mümkün. Kötü karakterlerin bile ölümüne üzülüyor insan izlerken. Mishil örneğin ne kadar kötü de olsa kendince sebepleri ve arzuları o kadar güçlü ve bir kadın olarak o dönemde edindiği konum ve güçlü kişiliği karşısında insan saygı duyuyor. 62 bölüm olmasına rağmen dizi o kadar etkileyici ki hiçbir bölümü atlamadan izleniyor. Hele sonu o kadar etkileyiciydi ki insanın gözleri doluyor ve etkisinden bir süre çıkamıyor. Her bir karakter kendi amaçları ve duygularıyla bir bir ele alınıp değerlendirilmiş dizi boyunca hepsi çok seviliyor. Başta Bidam sevilmese de sonunda o bile vay be dedirtiyor. Ayrıca tarihe bakıldığında çok fazla kurgu ve efsane eklenmiş olsa da her birinin gerçekte yaşamış olması diziyi biraz daha etkileyici hale getirmiş.

Kraliçe ve hükümdar olduktan sonra Seondeok adını alan Deokman gerçekte de Shilla’nın ilk kadın hükümdarı. Shilla, Bekçe ve Goguryeo olarak üçe bölünmüş durumda olan Kore’yi tek bir krallık olarak birleştirmeyi hedefler. Kendi döneminde bunu başaramasa bile bunun temellerini atar ve kendisinden sonra bu hedefi yeğeninin oğlu tarafından gerçekleştirilir. Hükümdar olduğu dönemde pek çok yenilik ve reform yapmasıyla ülkeyi ileriye taşır. Tang Hanedanına öğrenciler gönderir, bir gözlem evi kurdurur ve tarım için yenilikler getirir. Kurdurduğu gözlemevi halen Gyeongju bölgesinde ayakta durmaktadır.

Dizi boyunca Deokman’ın doğumundan ölümüne dek tüm hayatını izlemek özellikle çocukluk dönemi çok keyifli. Çevresindeki diğer karakterlerle beraber nasıl büyüdüklerini ve güçlendiklerini izlemek güzel. Her zorluğun üstesinden nasıl geldikleri, akıl oyunları ve hem mutlu anları hem de üzüntülü anları doyurucu şekilde işlenmiş. Dizide en çarpıcı replikler Mishil ve Deokman’ın replikleri. Deokman'ın çölde Sohwa’yı kaybettikten sonra kendine gelmeye çalışırken söylediği şu cümle gibi “Çölde gözyaşı çabuk kurur.”

Unutulmaz dizilerden, finali ile, müziği ile, Yuşin, Munno, Chunchu gibi karakterleri ile.

Not:4/4

25 Aralık 2021 Cumartesi

BETTY BLUE

 



BETTY BLUE

Philippe Djian

Ayrıntı Yayınları

Edebiyatseverler ve sinemaseverler arasında efsaneleşen, kültleşen roman ve onun filmi.  Filmi de romanı kadar ünlü çünkü romanın ruhunu tam veren filmlerden.  Seçkinlerin romanında Anna Karenina, Jane Eyre neyse ezilenlerin romanında da Betty Blue o. Bir tür Amelie, Leon yani.

Djian’ın birçoğu filme çekilen romanları arasında en tanınmışı. Fransa’da da dünyada da hayranı çok. Hastalıklı aşkların en hüzünlülerinden. Kısa saçlı mavi gözlü, güzeller güzeli Betty, garsonluk yapan, sürekli iş ve şehir değiştiren biraz sorunlu, çılgın, anını yaşayan, kendi dünyasında bir kaybeden kız. Adamın ise romanda ismi yok. O da bir kaybeden aynı zamanda bir tesisatçı ve yazar. Okunmayan yazarlardan, yaşamak için tesisatçılık yapıyor.

Bu ikisinin karşılaşması bir süre sonra tutkulu bir aşka dönüşüyor. Adam, kadının güzelliğine tutkun, kadın ise adamın gerçek bir yazar olduğuna inanan tek insan. Bu ikisi, arada şehir değiştirerek kendilerine bir dünya kurarlar. Dışardan fazla kişiye gereksinimleri yoktur. Adam tesisatçılık yapar, kız ise evdedir, arada o da farklı işlerde çalışır.

Her şey iyi gider. Ama kızın sorunlu kişiliği, arada bir kendini kaybetmesi, bu ikisini çok hüzünlü bir sona götürür.

Film de aynı roman gibi, çok başarılı, özellikle çılgın kızda Beatrice Dalle unutulmaz. Romanda, filmde çok az miktarda yetişkin sahne var, bunlar da romanın konusu ile bağlantılı değil, ikisinin tutkusunu gösteren detaylar.

Djian’ın her zamanki dili, az miktarda argo küfür olsa da hüzünlü, romantik, dramatik, çok yerde şiirsel. İki toplumdışı karakterin ilişkisini canlı, yaşayan bir ilişki olarak anlatıyor.

Defalarca okunacak romanlardan, izlenecek filmlerden.

Not:4/4

23 Aralık 2021 Perşembe

ŞATTÜLARAP

 




Büyüklerimizden gerçek yaşam hikayeleri dinlemek her zaman eğlenceli oluyor. Yaşlı büyüklerimiz bu hikayeleri anlattıklarını unutup tekrar tekrar anlatırlar, bizler de bu hikayeleri belki onlarca kez dinlemişizdir ama nedense her defasında dinlemek yine de keyifli olur.

Eskiden belki ülke daha yoksul olduğu için öğretmenlik, askerlik, memurluk hikayelerinde hep zor hayat şartları olur, doğuya tayin olurlar, ağır şartlarda görev yaparlar, bunu biz dinlerken bize tatlı gelir hep.

Dedem de kendi ile ilgili, kardeşleri ile ilgili, kendi babası dedesi ile ilgili hikayeleri defalarca anlatır. Dedemin kardeşlerinden biri vakti zamanında motor teknikte okumuş, ilkokuldan sonra. Bir ilkokul anısı çok hoş.

Coğrafya dersinde, öğretmen soruyor, Dicle ile Fırat’ın birleştiği yerin adı nedir, diye. Sınıfta ses yok, dedemin kardeşi, kalkıp, Şattülarap demiş. Öğretmen tahtaya kaldırıp, işte bir aslan parçası arkadaşımız demiş ve arkasına pat diye vurmuş. Yani öğretmen böyle vurup onu kutluyor ama öğretmenin eli ağır olduğu için onu bir öksürük tutmuş, uzun zaman öksürmüş. Eve gelince demiş ki, öğretmen beni cezalandırdı.

Daha sonra motor teknikte okuyor. Aletler, makineler, motor parçaları, araba parçaları filan. Bunlarla çalışırken yanlış bir hareket yapıyor ve tırnağı yerinden çıkıyor. Bu tırnağın yeniden çıkması oldukça uzun sürmüş.

Komik olan ise, eve gelince annesine demiş ki, hani anne, et tırnaktan ayrılmazdı?

21 Aralık 2021 Salı

PAPAZ

 




Pandemiden önce Beyoğlu’ndan geçerken bir kilisenin kapısında hoş bir çift görmüştüm. Evleniyorlardı.

İçeri girdiler, aileleri de girdi, başka kimse yoktu, diğer akraba ve tanıdıklar daha sonra verecekleri yemeğe geleceklermiş. Papaz geldi, konuştu, evlendirdi, elindeki yuvarlak top gibi bir şeyi salladı, çın çın sesler çıktı, duman çıktı, dualar etti.

Ben de keyifle izliyordum çifti, çok hoştular, sonra papaz bir şeyler söyledi, sıraya girdi gelin damat, aile üyeleri, ben de orda yanlarında olunca ben de bir anda sıraya girmiş oldum. Herkes sırayla papazın önüne geldi ve elindeki İncil’i öptü. Sıra gelince napayım düz geçemedim, ben de öptüm geçtim, sonra yine izledim.

Tören bitince papaz çağırdı beni el işaretiyle. Gülümsüyordu. Neden öptün İncil’i dedi, belli ki sen Müslümansın. Ben de, dedim ki, İncil de kutsal kitap, dinler de kardeş, kitaplar da kardeş, peygamberler de. Hoşuna gitti papazın.

Kiliseler, camiler, havralar, hepimizin evi, Tanrıdan bir şey isteyeceksen bu evlerin hepsinde bir şey isteyebilirsin dedi. Ama mutlaka istemelisin, temiz kalple tabii ki, diye de ekledi. İstersen Tanrı sana istediğini verir.

O Teos o Megalo Dimanos, dedi, Tanrı ki o büyük güç, sonra da ekledi, Allah adına bir şeyleri her zaman buradan da gelip isteyebilirsin, yani Türkçe de biliyordu.

18 Aralık 2021 Cumartesi

KAFKAOKUR


 



Yedi yıldır yayınlanan sanat edebiyat dergisinin yılsonu sayısında takvim ve Şeker Portakalı posteri bulunmakta.

Ayın Dosyası, Şeker Portakalı ve Vasconselos. Dünyada en çok bilinen, sevilen kitaplardan biri ve her zaman da çok sayanlar listesinde, yaklaşık elli yıldır. Yoksul ailesi ve iyi kalpli yaramaz Zeze, kuşlarla ağaçlarla konuşan, yalnız Zeze. Yazarın kendi yaşamını ve ailesini anlattığı kitap. Zeze’nin sevgiyi ve acıyı keşfetmesi. Her şeyi bir fidana anlatması.

Şeker Portakalı adlı filmin ise romanın ruhunu yansıtmadığını söylüyor dergi. Bunun dışında dergide şiir, öykü, deneme türü yazılar da bulunmakta. Sezai Karakoç, Michelangelo’nun Pieta’sı, Luigi Pirandello gibi konular da işlenmiş bu sayıda.

Hayır demeyi öğreten “Hayır De Gitsin” adlı kitabın tanıtımı da var.

Öyküler arasında Utku Yıldırım’ın “Küçükyalı, Evim” adlı öyküsü de duygulu, nostaljik bir çocukluk öyküsü. Burgazada karşısında Küçükyalı’da bir mahallede yaşayan çocukların hikayeleri tatlı. Mahallenin yaşlı ayakkabıcı amcası ile olan ilişkileri. Bu öykü de Şeker Portakalı tadında.

16 Aralık 2021 Perşembe

BAKIŞ AÇISI

 




Talihli tesadüflere evet diyoruz!

Neşe ve coşkuya evet!

Huzur ve mutluluk verecek etkinliklere evet!

Yola çıkmak, yeni yerler keşfetmek, antik kentleri gezmek gibi.

Evimizde dans etmek.

Doğada olmak, maviyi, yeşili görmek.

Güneşle konuşmak, çocuklarla oynamak.

Bahçede, parkta kitap okumak.

Kendimize net olmak, gerçekte ne istediğimizi bulmak gibi.

Olumsuzluklara hayır demek.

Hayat bir yolculuksa yolu sürekli temizlemek gerekiyor. Yoldaki kendimizi de. Ruhu, bedeni, kalbi, aklı.

Her şey sonuçta bakış açısına bağlı. Nerden bakıyorsun, neye bakıyorsun? Basit. Kuzeydesin, ne görüyorsun? Güney. Güneyden bakıyorsun, ne görüyorsun? Kuzey. Hepsi bu. Nerden ne açıdan baktığına bağlı. Orda güneyi görüyorsan güney var, görmüyorsan yok.

15 Aralık 2021 Çarşamba

KELİME OYUNU 11


Kelime Oyunumuz devam ediyor. Beş kelime veriyoruz, bu kelimelerin de içinde olduğu öykü, şiir, deneme benzeri bir yazı yazıyoruz. İsteyen herkes katılabilir, isteyen herkes beş kelime de verebilir.

Haftanın kelimelerini veriyorum: İmaj/Psişik/Hasta/Rüya/Ruhsal

JOSE VE SOJU

Ter içinde ve korkuyla uyandığında buna alışkın olmasa kalp krizi geçirdiğini sanabilirdi. Çığlıklar hala kulağında yankılanıyor gibiydi. Bununla birlikte odanın köşesinden ona dik dik bakan Jose uzun saçlarını yüzüne doğru getirmiş, kendine korkunç bir imaj çizmeye çalışıyordu. Jose çocukluğundan beri onunlaydı. Aslında bu ismi de ona kendisi vermişti. Aslında daha rahimdeyken kalbi duran ikizinin ruhuydu. Bu durumda ona isim koymak için en yetkili kişi sayılabilirdi. İsimsiz bir hayalet olması fazlasıyla üzücü olurdu. Jose sayesinde psişik yetenekleri artıyordu. İkiz bağı nedeniyle ruhlar alemiyle de bağlanmıştı. O çığlıklar içinde kabus görürken Jose endişeliydi ama uyandığında bir hayaletin olabildiğince en korkunç görünümlerine bürünüp onu bir de böyle korkutmaktan zevk alırdı. Tek eğlencesi buydu ne de olsa.


Aralarındaki bağ yüzünden Jose hiçbir zaman çok fazla uzaklaşmazdı. Ve Soju da görüş alanından çıksa bile hisleri sayesinde onun nerede olduğunu bilirdi. Jose'ye kendisi de ters ters bakıp "hiç komik değil!" diye tepki gösterdi. Bir çırpıda yataktan kalktı ve aşağı kata inip mutfağa gitti. Daha o yataktan kalkmadan önce kahve makinesi çalışmıştı. Elbette bunu Jose yapmıştı. Böyle şeyler yapabiliyordu. Daha fazlasını da yapabiliyordu. Örneğin matematik sınavında herkesin kağıdını görüp ona söyleyebiliyordu. Bunu ondan Soju istememişti ama yine de yapıyordu. Muziplikten enerji alıyordu.


Soju bir bardak soğuk suyu kafasına dikip sakinleşmeye çalıştı. Boğazı acıyınca daha yavaş içti ama iş işten geçmişti, yarına kadar boğazının şişip hasta olacağını şimdiden hissediyordu. Telefonundan haritalara girip bir yerin konumunu aradı. Bulunduğu yerden beş kilometre mesafesi vardı. Yeri işaretleyip yol tarifi aldı ve kaydetti. Yarın tam saat 3'te orada olmalıydı. Rüyasında saat 3'te orada bir ağacın devrildiğini görmüştü ve birisi de düşen ağacın altında kalıyordu. Oraya erkenden gidip bunu engellemeye çalışacaktı. Böyle rüyalar görüp yıllardır birçok kötü olaya engel olmuştu. Bu iş git gide zorlaşsa da hiçbir şey yapmadan ve umursamadan yaşayamazdı. En azından Jose yanındaydı. "Yarın yine olay peşinde olacağız ama bu sefer federallere bulaşma ihtimalimiz olmadığı için içim rahat sen de biraz uslu dursan iyi olur ne dersin Jose ?" derken göz kırptı. Jose ise sırıtmakla yetindi.


Bu sırada buzdolabına asılı kartvizite gözü çarptı. "Yeşil Zihin: tanımlanamayan olayların avcıları." Altında adres ve telefon numarası da vardı. Soju'yu fark eden bir grup ruhsal olaylar aktivisti ona iş teklif etmişti ama henüz onlara geri dönüş yapmamıştı. Artık bir işe girip para kazanması da gerekiyordu ve Jose ile beraber yeteneklerini profesyonel olarak kullanıp geliştirmeleri iyi olabilirdi. Yarınki olaydan sonra onlarla görüşmeye karar verdi. Sonra biraz daha uyumak için tekrar yukarı çıktılar.

Son


İKİZLER

Uzak denizlerin birinde huzurlu bir deniz krallığı vardı. Bolluk ve bereket içinde yaşayan deniz halkı bu güzel ve mutluluk dolu günleri yeni kraliçenin ve kralın engin görüşleri ve zekasına atfediyor ve onlara minnet duyuyordu. Kraliçe sonradan denizkızına dönüşen bir insandı. Halk bu durumu yalnız bir efsane olarak görüyor ve öyle olsa bile ona bağlılık duymaya devam edeceklerini düşünüyordu. Bir gün kraliçenin hamile olduğunu öğrendiğinde kral kırk gün süren bir bayram ilan etmişti. Her türlü eğlence ve şenlikle geçen günler uzak diyarlarda bile duyulmuş ve pek çok yabancı dahi kutlamalara katılmak ve eğlenmek için krallığa akın etmişti. Eğlencelerin yanında spor karşılaşmaları da kraliyet sponsorluğunda gerçekleşiyor ve pek çok dalda kazananlara muazzam ödüller veriliyordu. Halk doğacak olan veliaht için büyük merak ve heyecan duyuyordu. Çünkü denizkızı halkının ömrü uzun olduğu kadar yeni bir bireyin dünyaya gelmesi de yıllar sürüyordu.

Bununla birlikte zaman geçip gitti. Günler birbirini kovaladı ve pek çok güneş ve ay doğumundan sonra sıra veliahtın doğumuna geldi. Kraliçe uzun bir gece boyunca sürecek olan doğum için doğum tapınağına getirilmişti. Burası sualtında bir hava boşluğuna açılan bir mağaraydı. İçeriyi mavi mavi parıltılar saçan deniz yosunları ve çeşit çeşit lüminesans özellikli deniz canlısı aydınlatıyordu. Mağaranın tavanı yıldızlı ve mavi bir parıltı saçan gökyüzü gibiydi. Kraliçe mağaranın en düzgün köşesinde suya yakın bir konumda hazırlanmış yosunlardan oluşturulan bir yatağa alınmıştı. Bebek doğunca cildinin kurumasına izin vermeden hemen suya indirilecekti çünkü bebekler havaya karşı hassas oluyordu. Buna rağmen yüzyıllardır havayla dolu bu mağara tapınak doğum yeri olarak seçiliyordu. Çünkü burası kutsaldı. Bütün oda aromalı yosunlarla tütsülenmişti böylece kötülüğe karşı bir temizlenme sağlanmıştı. Kutsal rahibe gerekli olan her şeyi hazırlamış ve doğum anının gelmesi için beklerken dualar okumaya başlamıştı. Her şey yolunda görünüyordu.

Ve sonunda o an geldi. Kraliçe endişeliydi fakat bebeği için kalbinde bulabildiği tüm inançla direncini koruyordu. Uzun suren dakikaların ardından bir prenses dünyaya geldi. Gözleri menekşe rengi saçları kızıl ve kuyruk rengi de gövdeden uca doğru maviden kızıla değişen muhteşem bir renkteydi. Kuyruk tülleri de muazzam şekilde uzun ve gittikçe şeffaflaşan türdendi. Odada bulunan herkes memnuniyet ve hayranlıkla onu seyrediyor ve kraliçeyi tebrik ediyordu. Prensesin annesini bir süre emmesi sağlanıp dadısı ile birlikte suya bırakıldı ve veliaht sarayına doğru gönderildi. Kraliçe de toparlanır toparlanmaz onun yanına gidecekti. Fakat ters görünen bir şeyler vardı. Kraliçe kendini iyi hissetmiyordu. Çok geçmeden neler olduğu anlaşıldı. İkinci bir bebek geliyordu.

İkinci doğum ilkinden hayli uzun sürdü. Ters giden bir şeyler olduğu belliydi. Kraliçe ise neredeyse bayılmak üzereydi artık. Kutsal rahibe dualar okuyarak doğumu kontrol ederken yardımcıları da kraliçenin kuruyan cildini özellikle de yüzünü ıslatılmış yosun yapraklarıyla silerek nemli tutmaya çalışıyordu. Mağaranın girişinde güvenlikleri ile birlikte bir ileri bir geri yüzüp duran majesteleri de ikinci doğum haberini çoktan almış bir yandan sevinirken bir yandan da endişe içinde bekliyordu. Ve sonunda beklenen gerçekleşti. Kraliçe ikinci doğumu sağ salim atlatmayı başardı. Aşırı yorgun düştüğü için toparlanması uzun sürecekti fakat hayatı bir tehlike görünmüyordu. Fakat bebeği gören herkes şaşkınlık dolu bakışlar ve derin bir sessizlik içinde kalmıştı. Kutsal rahibe bile duasını bir anda yarıda kesmiş ve ne diyeceğini bilemez haldeydi. Kraliçe "Ne oluyor? Bebeğim hayatta mı bir şey söyleyin!" diye endişeyle sorduğunda rahibe yapraklara sardığı bebeği endişeli bir şekilde kucaklayıp "Şaşkınlığımızı affedin kraliçem, ikinci prenses hayatta fakat tanrılar onun için zor bir hayat seçmiş. Ne yazık ki bunu düzeltmenin bir yolu yok." diyerek bebeği ilk sütünü içirmesi için kraliçeye uzattı. Herkes gibi kraliçe de çocuğu ilk gördüğünde büyük bir şok yaşadı fakat diğerleri gibi korku duymadı. Çünkü bebeğe olanları diğerlerinden daha iyi biliyordu. Eskiden nerden geldiğini hiç unutmamıştı üzerinden bir asır geçmesine rağmen bedeni ve ruhu o dünyadan izler taşıyordu. Bu izler şimdi çocuğuna geçmişti. İkinci kızı bir denizkızı değil insan olarak dünyaya gelmişti.


Onu doyururken rahibeye hakkındaki söylentilerin gerçek olduğunu ve sahiden de insanların dünyasında bir büyücünün laneti sebebiyle dönüşüm geçirdiğini anlattı. Kral o zamanlar daha bir prensti ve onu yaralı halde bulduğunda aşık olmuştu. Elbette aralarında sır yoktu kral her şeyi biliyordu. Uzun süre evine dönemediği için acı çekmesine rağmen burada yeni bir yuva kurup huzuru bulmuş ve sevgilisi ve ona gönlünü açan halk için elinden geleni yapan ve ülkeyi şefkat ile yöneten bir kraliçeye dönüşmüştü. Böyle bir durumla karşılaşabileceği hiç aklına gelmemişti ama yine de bu mucizevi bebeğe sarıldığında şaşkınlığı pek fazla sürmemişti. Neden sonra bunları konuşurken birden yüzü düştü. Bu bebeği suyun içinde büyütemezdi. O dakikadan itibaren kraliçe hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ah sevgili kızını burada tutamazdı. Ama onunla başka bir yere de gidemezdi. Bu durum karşısında müthiş bir panik ve üzüntü duydu ve en sonunda ağlamaktan baygın düştü.

Olanların haberini alan kral derhal oraya gelmişti. İkinci bebeği görünce aynı duyguları o da yaşadı. Kraliçenin ellerini tutup kendine gelmesi için bekledi. Bu sırada rahibe ve yardımcıları gücünü toplaması için ona hazırladıkları bir ilaç içiriyor ve cildini nemli tutmaya devam ediyorlardı. Deniz halkının bacakları yerine kuyrukları olduğu için susuz ortamda hareket etmeleri hayli zor oluyordu yine de arada bir suya atlayıp ciltlerini nemli tutarak kaygan mağara zemininde kayarak hareket ediyorlardı. İkinci prenses ise annesinin yanında mışıl mışıl uyumaktaydı. O da ikizi gibi kızıl saçlara ve menekşe gözlere sahipti.

Kraliçe uyandığında durumu uzun uzun konuştular. Bebekten ayrı düşmek ne kadar kahredici olsa da onu burada büyütemezlerdi. Bu yüzden akıllarına tek bir çözüm geldi. Kraliçenin insan akrabalarını bulup bebeği korumalarını sağlamaları gerekiyordu. Kutsal rahibeye araştırma görevi verildi ve o da derhal bilicilik tapınağına gitti. Kral bebeğe gelecekte kim olduğunu kanıtlayabilmesi için bir alamet hediye etti. Bebeğin şakaklarına doğru iki baş parmağı ile dokundu ve birkaç sihirli sözcük fısıldadı. Prensesin iki gözünün kenarından şakaklarına doğru üçer tane inci şeklinde dövme meydana geldi. Gümüşi bir şekilde parlıyorlardı ve hiç silinmeyeceklerdi.

Kutsal rahibe nihayet geri geldiğinde gitmeleri gereken yeri ve bulmaları gereken kişiyi öğrenmişti. Bu kişi kraliçenin henüz bir insan olduğu zamanlarda var olan kız kardeşinin torunuydu. İzciler fersahlarca sular aşıp sonunda bir kumsala vardılar ve deniz halkından haberi olan tüccarlardan biriyle buluştular. Kendileri karaya çıkamıyor olsa da varlıklarından haberdar olan tüccarlar sayesinde karadaki işlerini yürütebiliyorlardı. Kilolarca inci karşılığında anlaşma sağladılar ve ismini verdikleri kişiyi bulmalarını istediler. İnciler iş tamamlanınca ödenecekti. Yaklaşık bir ay sonunda tüccarlar yanlarında kaçırdıkları bir genç kız ile geri geldiler. Aranan kişiyi bulmak zor olmamıştı. Genç kız karşısında deniz halkını görünce büyük bir şok yaşadı çünkü onların gerçek olduğundan haberi yoktu. Ondan ne istediklerini bilemediği için derin bir korku duyuyordu. Fakat ona hürmetli şekilde yaklaşıyor olmaları karşısında korkusu yerini şaşkınlık ve meraka bıraktı. Henüz kaçmasından endişe duyulduğu için bağlarını çözmediler ve karadaki casuslarının yönettiği bir gemiye binmesini sağladılar. Böylece krallığa doğru yola çıktılar. Kız hala ona ne yapacaklarını bilmediği için fırsat bulabilse kaçmayı düşünüyordu ama bu fırsatı hiç bulamadı. En sonunda krallığa gelmeyi başardılar.

Bu sırada başka bir yer mümkün olmadığı için kraliçe ikinci prensesi doğum tapınağında tutmaya devam ediyor ve endişeyle bekliyordu. Veliaht sarayı ve doğum tapınağı arasında mekik döküyor ve iki çocuğu ile de eşit ilgilenmeye çalışıyordu. Dadılar da epey yardımcı olsa da yakında ikinci prensesten ayrılacak olmanın düşüncesi yüzünden kraliçe gittikçe daha stresli bir ruh haline sürükleniyordu. Neyse ki iki bebek de güçlü ve sağlıklıydı ve gülücükleri herkese neşe veriyordu.

Beklenen gemi geldiğinde etrafında deniz askerlerinden bir koruma ordusu önlem aldı. Halk olanları uzaktan seyrediyordu. Kral ve kraliçe konuşma için yüzeye çıkmıştı. Genç kız ise gemiden indirilen bir filikaya çıkartılmıştı böylece yüz yüze konuşmak mümkün olacaktı. Kral ve kraliçe takdim edildiğinde karşısında suyun içinde de olsa bir kraliyet ailesi bulan genç kız ne yapacağını bir kez daha şaşırdı ve bu şaşkınlıkla tuhaf bir selamlamada bulundu. Yine de bunun tuhaf ve sarsak bir hareket olduğu kimse tarafından anlaşılmamıştı. Kral "buraya bir anda getirildiğin için ne kadar şaşkın ve korkmuş olduğunu tahmin edebiliyorum." diye konuşmaya başladı. Ve ona uzun uzun kraliçenin kız kardeşinin torunu olduğunu ve aslında aile bağları bulunduğunu açıkladılar. Bütün bunları konuşmak o kadar uzun sürmüştü ki herkesin karnı acıkmıştı. Bu nedenle asıl konuya girmeden önce tanışmayı hazmetmesi için kızı tekrar gemiye gönderdiler ve güzel bir yemek yemesi için gemideki aşçıya emir verdiler. Genç kız büyükannesinin kaybolan kardeşi hakkında anlatılanları hatırlıyordu. Duydukları ile hatıralarını karşılaştırarak yemek boyu düşündü. Olanlara hala inanamıyordu. Yine de onu sadece tanışmak için kaçırmamış olduklarının farkındaydı. Ondan ne isteyebileceklerini merak ediyordu.

İkinci görüşme boyunca kraliçenin doğum hikayesi aktarıldı ve en sonunda ikinci prenses konusu açıldı. Kızın ağzı açık kalmıştı. Gemiyle beraber getirilen özel bir kapsül suya indirilirken hala anlamakta zorluk yaşıyordu. Suların arasında kaybolan kapsül kısa bir süre içinde geri göründü. En sonunda yüzeye çıktığında filikanın yanına yüzdürüldü ve üzerindeki kapak açıldığında içinde uyuklayan ikinci prenses göründü. Kraliçe kapsüle yaklaştı ve bebeğin alnına bir öpücük kondurdu. Filikadaki görevliye verilen işaretle beraber adam gelip prensesi kapsülden aldı. "Onu burada büyütemeyiz ve tek güvenebileceğimiz kişi de sensin." Kraliçe bunları söylerken bir yandan da gözyaşları usul usul akıyordu. Genç kız başta anlayamadı. Görevli bebeği onun kollarının arasına bıraktığında ise yenice aydınlanan zihni dehşete kapıldı. "Ben bunu yapamam!" diye bağırıverdi. Gürültü karşısında ağlamaya başlayan bebek herkesi korkuttu. Kız da refleks olarak onu pışpışlayıp sakinleştirirken hala "ben bebek bakmaktan ne anlarım? Lütfen kararınızdan vazgeçin . Bu büyük bir hata. Üstelik ailem eskisi kadar varlıklı değil ben bir prensese nasıl bakayım?" diye itiraz etmeye devam etti. Kral "endişelenmene gerek yok." derken adamlarına işaret etti. Askerler filikaya bir sandık dolusu inci bıraktı. Kral "her yıl bir sandık daha alacaksınız. Ayrıca karadaki casuslarımız ve güvendiğimiz insanlar size göz kulak olacak ve yanınızda bir dadı bulunacak." diye açıklamaya devam etti. Ayrıca ondan sahile yakın bir eve taşınmasını istedi ki ev çoktan hazırlanmıştı. Böylece kraliçe her yıl gelip bebeğini görebilecekti.

İşte böylece pek de seçme şansı olmadan Eolyn kucağında bir bebek ile yeni evine doğru yelken açtı. Onu kendi kızı gibi büyütmesi istenmişti. Hatta şimdiden onun kızı olduğuna dair kimlik çıkartılmıştı bile. Eolyn ailesini kaybetmiş olduğu için tek başına yaşadığından pek fazla kimseye açıklama yapması gerekmeden taşınmıştı. Yeni evleri deniz kıyısındaydı ve hemen önünde denize doğru uzun bir iskele vardı. Kraliçe her yıl orada onları ziyaret etti. Hatta bazen yaklaşık iki hafta boyunca orada kamp kuruyordu. Uzun yolculuklara alışabildiğinde diğer kızını da yanında getirmeye başlamış ve ikizler böylece birbirlerini tanıma şansı elde etmişti. Kraliçe yaşlandığında bile gelmeye devam etti. Hatta sorumlulukları azaldığında bir yaz boyunca kamp kurar oldu. Böylece iki dünya arasında kurulan bağ her zaman güçlenmeye devam etti.

Son


PİYANİST

Çocukken ne zaman kış gelse ilk karın düşeceği günü bekleyerek ve bunu düşleyerek zamanını geçirirdi. Uzakta yaşayan sevdikleriyle her konuşmasında kar yok mu hala diye sorardı. Aslında kendisi sıcak Akdeniz ikliminde yaşamasına rağmen sevdiği kişilerin şehirlerine kar düşerse onların ne kadar mutlu olacağını hayal eder ve onlar kar görünce kendi görmüş gibi sevinirdi. Bu yüzden ona kar fotoğrafları biriktirir ve kardan adam yapıp mutlaka fotoğrafını atarlardı. Piyanoya yeteneği olduğu için sürekli çalışmalar yapar ve bir gün kar yağan bir gecede büyük bir konser vermeyi hayal ederdi. Çocukken Noel Babaya da inanırdı. Her yıl sonunda dileğini bir kağıda yazıp bahçedeki çam ağacına bağlardı. Ağaç perileri kağıdı Noel Babaya götürür sanırdı. Ama hiçbir zaman cevap gelmezdi. Bir yılbaşında buna çok içerlemiş olacak ki evi süsleyen büyüklerine isyankar şekilde "boşuna uğraşmayın o bir yalancı yılda tek gün çalışıyor ama her zaman iyi bir çocuk olmama rağmen mektuplarımı okumuyor bile!" diyerek herkesi şaşırttı. Evin süslenmesini ve tarçınlı kurabiyeler yapılmasını hak etmiyordu Noel Baba. Bunun üzerine ona şöyle söylenmişti "sen iyi bir çocuksun ve bir gün insanların kalbini titretecek kadar harika şeyler yaptığında emin ol senin için gelecektir. Belki de seni test ediyordur. Bak hemen su koyuverdin. Böyle olmaz umut etmeyi bırakmayacaksın."

İnsanların kalbini nasıl titretebileceğini böyle harika bir şeyi nasıl yapacağını bilemiyordu. Bir an için umutsuzluğa kapılır gibi oldu ve bunu nasıl yapacağını sordu. Annesi "sen piyano çalarken benim hep kalbim titriyor dedi. Belki bu yeteneğini ilerletirsen birçok insanın kalbini titretebilirsin." diye yol gösterdi. Evet bu müthiş bir fikirdi. Bir gün gerçekten de kar yağan bir gecede büyük bir konser verecek ve Noel Babayı oraya gelmeye ikna edecekti. Bu isyanlı yılbaşından sonra ailesi onun uçan geyikleriyle dolaşan dedeyi beklediğini daha önce fark etmediklerine üzüldü ve her yıl onun mektubunu ağaçtan alıp gizlice ne dilediğine baktı. İstediği şeyler basit ve kolay bulunur şeylerdi bu nedenle ona sanki geyikli adamdan geliyormuş gibi hediyesini alıp bir de mektubuna cevap yazmaya başladılar. "Mektuplarının hepsini aldığımdan ve cevizden yapılma çekmecemde sakladığımdan emin olabilirsin minik kaplumbağam. Takdir edersin ki dünyada çok fazla çocuk var ve hepsi de senin kadar şanslı değil. Bazı zor durumdaki çocuklara öncelik vermemi anlayışla karşılayacağını biliyorum. Bir gün seni hayal ettiğin o konserde ziyaret etmek isterim. Lütfen bunun için çok çalış ve elinden geleni yap." gibi birçok mektup yıllar içinde birikirken o da daha iyi bir piyanist olmak için çalışmaya devam ediyordu.

Zaman geçip büyürken yıllar geçti. Yavaş yavaş yetişkin olmaya başladığında hayatın kaosu içinde yuvarlanırken herkes gibi çocukluğu soluk bir fotoğraf karesi gibi kalmış ve eski dileklerin yerini yenileri almıştı. Artık çocukça inanışları olmamasına rağmen iyi bir piyanist olduğu için mesleğini o dileğini hatırlamasa bile tüm kalbini ortaya koyarak yapıyordu. Her sabah uyanmak, çalışmak, yollarda geçen zamanlarda bir şeyler okumak, boş zamanlarda arkadaş buluşmaları ve sohbetler ve akşam olduğunda gece tüm güzelliği ile güneşi sakladığında ve dünya sustuğunda aklına gelen fikirleri notları ve sesleri bir düzene koyup kafasını dinlerken içtiği günün o son sütlü kahvesi.. ve yorgunlukla rüyasız geçen uykular. Her şey bir rutine dönüşmüştü. Tüm çabası gelecek konser içindi şimdi. Her konser öncesi aşırı heyecanlansa bile sahneye çıktığında ve piyanonun tuşlarına dokunduğunda tüm dünya dışarıda kalırken müthiş bir huzurun içine düşerdi. Yine de bu konser ona farklı hissettiriyordu. Öncekiler yerel minik konserlerdi ama ilk defa başka bir şehirde büyük bir kalabalıkla karşı karşıya kalacaktı. İçinde garip bir neşe ve daha büyük bir heyecan vardı. Sebebini tam olarak bilemiyordu.

Yine rutin bir kahvaltıdan sonra hazırlanıp otelden çıktı. Birkaç gündür prova yaptığı halde içinde ne olduğunu hala anlayamadığı o heyecan ve telaş nedeniyle hafif bir gerginlik yaşıyordu. Kulise varıncaya dek birçok yüzü selamlamış birçok detayla ilgilenmişti. En sonunda akşam oldu. Konser alanının üzeri açıktı ve yıldızlı bir gece olması bekleniyordu. Olur da yağmur yağarsa işler kötüleşirdi, yine de çalmaya devam edeceğine karar vermişti. Kalabalığın sesi ve konuşmalarının uğultusu kulise kadar geliyordu. Kalbi gittikçe hızlanıyordu. Beklemek her zaman en korkutucu olandı. Zaman geldiğinde ışıklar söndü ve sadece piyano aydınlatıldı. Neredeyse yılbaşı olduğu için etrafta çok fazla aydınlık vermeyen fenerler ve minik ledler vardı. Böylece kalabalıkla göz göze gelmeyeceği için biraz rahatlayabildi. O kadar büyük bir alandı ki bütün şehir oraya gelmiş gibiydi. Buradan sonra hemen uçağa yetişip bir sonraki şehirde düzenlenen konserine yetişmeliydi.

Sahneye çıktığında sonsuz bir sessizlik ve karanlık çevrelemişti etrafını. Yerine geçti ve bir iki saniye odaklanmak için bekledi. Ve sonunda parmakları büyük bir aşinalıkla tuşlar üzerinde gezinmeye başladı. Berrak notaların sesi karanlıkta yankılanırken seyirciler ellerindeki minik kalp şeklindeki ledleri yakıyor ve piyanoya eşlik eden şarkının sözleriyle sanki denizdeki yakamozlar gibi dalgalandırıyorlardı. İlk defa piyanoya sesiyle eşlik ediyordu ve ortamın büyüsünü bozmaktan korkmuş olsa da tam tersi gerçekleşmiş herkes büyülenmiş gibi müziğe kendini kaptırmıştı. Dakikalar birbirini kovalayıp konser sona erdiğinde önce garip bir sessizlik oldu. Bir an şüpheye düştü. Neden böyle sessiz olduklarını merak ediyordu. Kalbi çarpmaya başladı. Fakat hemen sonra büyük bir alkış yağmuru koptu. Herkes adını söyleyip tezahürat yapıyor ve deli gibi alkışlıyordu. İşte o anda kar yağdığını yeni fark etti. Ve çocukluğunu anımsadı. Kar yağarken piyano çalmıştı. Üstelik herkes o kadar etkilenmişti ki her birinin yüreğinin titrediğini hissedebiliyordu. Yerinden kalkıp selamını verirken alkışlar devam ediyor adeta yer tezahüratlarla sarsılıyordu. Gülümsedi. Tüm yüreğiyle.

Son


DASMİ

Kral Midas'ın kuzeni Dasmi, Midas'ın uğradığı lanete içerlenip isyankar davranışlar sergilerken ve günahkar cümleler savururken göklere, başına gelecekleri az çok tahmin etmesi gerekirdi. Fakat bunu idrak edemeyecek kadar öfkeliydi. Göklerden cevap gecikmeden geldi. Kuzeninin uğradığı lanetin daha beteri ona layık görüldü. O günden itibaren topuklarıyla bastığı her yerde alevler filizlenecekti. Bu nedenle lanete uğradığı dakika ayaklarının altından fışkıran minik alev huzmeleriyle paniğe kapılıp önce yatağını ve örtülerini ardından tüm odasını küle çeviren bir yangın başlatmıştı. Sarayından dışarı çıkana dek adım attığı her yeri alevler sarmış ne olduğunu anlamadan koşmaya devam etmişti. En sonunda kendini kovaladığını sandığı alevlerden kaçarken bir dereye atlamış ve yanmaktan kurtulmuştu. O gece saraydaki yangını söndürmek sabaha dek sürmüş, bu sırada sudan çıkmayı her denediğinde adım attığı çimenlerin alev aldığını görünce sorunun kendisinde olduğunu anlamıştı.

Suyun içinde tir tir titrerken kahinleri ve doktorları başına toplamış, topuklarından çıkan alevleri gösterip neler olduğunu söylemelerini istemişti. Kahinler uzun uzun konuşup kaynayan üç ayaklı kazanlarına bakıp en sonunda lanete uğradığını açıklamıştı. O anda yaptığı hatayı anlasa da her şey için çok geçti. Kuzeni Midas eline eldiven takıp durumunu idare edebiliyordu fakat kendisi yangın çıkarttığı için yere basmadan ne kadar süre yaşayabilirdi? Ayağına metal ayakkabılar giydirmeyi denediler ama metali eriten topukları yüzünden zor anlar yaşadı. Seramikten ayakkabılar erimedi ama öyle ısındılar ki bütün ayakları yanık içinde kaldı. En sonunda kahinler bunun tek bir çözümü olduğunu söyledi. Ejder gümüşünden bir fincanla göklere sunu yapıp af dilemeliydi. Dasmi emir verdi ve en büyük savaşçılar göreve çağırıldı. Ejder gümüşünü alıp gelmeyi başaran savaşçıya büyük bir dilek dileme hakkı verilecek ayrıca yüklü miktar altın ile ödüllendirilecekti. Böylece savaşçılar sarp kayalıklarla yükselen dağın tepesinde yuvalanmış ejderlerin yuvasından gümüş almak üzere uzun yolculuklara çıktılar. Ama giden geri gelmiyor veyahut başarısız olarak dönüyordu. Böylece aylar geçti. Dasmi suyun içinde beklemekten yorulduğu vakit adım atacağı yerlere kovalarla sular taşıdılar. En sonunda bu da meşakkatli gelince enteresan bir tekerlekli araba yapılıp ayaklarının hiçbir yere değmemesi sağlandı. Bundan böyle nereye gitmek isterse onu oraya doğru iten birileri oluyordu.

Aylar ayları yıllar yılları kovaladı. Dasmi bazen ufak bazen büyük yangınları kazara başlattıysa da çok zarar ziyan olmadan atlatmışlardı. Derken sonunda bir savaşçı bir avuç ejder gümüşüyle dönmeyi başardı. Bu mucize karşısında ödül vaat edilen altın hemen verildi. Dileği veliaht prens olmaktı. Dasmi mecburen bunu kabul etti. getirilen gümüşten ancak miniminnacık bir fincan yapılabildi. Büyük bir kutsal tören hazırlandı ve Dasmi bu minik gümüş fincan ile sunusunu yapıp yakardı. Kahinler sunak önünde hiç kalkmadan yedi gün dua etmesini tembihlemişlerdi. O da öyle yaptı. En sonunda yedi gün geçip tören sonlandığında yardımcıları yanına gelip iki kova su ve bir kucak çimen getirdiler. Oturmaktan yorulduğu için adamları kollarından tuttu ve tekerlekli arabasından kalkıp çimenlerin üzerine bastı. Eğer yangın çıkacak olursa hemen su dolu kovanın içine atlayacaktı. ikinci kova da ateşlerin üzerine dökülecekti. Neyse ki duaları kabul olmuş görünüyordu. Yangın çıkmadığını görünce etrafta deli gibi koşturdu. Ve savaşçının dileğini kabul etti. Zaten hiç çocuğu olmadığı için güçlü bir savaşçıyı veliaht seçiyor olmak çok da yanlış değildi. İşte bu alev topuklu Dasmi'nin hikayesiydi.


SON


HERMES

Bugünlerde göklerde çalışmak da epey zor olmaya başlamıştı. İnsanların derdi yaptığımız onca işe rağmen azalmak yerine artmaya devam ediyordu. Elimizi verip kolumuzu kaptırmış durumdayız resmen. Kaç kez kurulu toplayıp toplu eylem yapalım iş bırakalım bir süre kapıları kapatalım denilse de bir türlü oy birliğine varamadık. Zaten bunları yapsak cefasını yine biz çekeceğiz çünkü bu fenalıkla dolu bücürleri tek başına bıraksak evreni başımıza yıkarlar mazallah. El mahkum işimizin başındayız her daim.

Ama benim derdim yalnız insanlarla olsa yine bir nebze baş edebilirdim. En büyük sıkıntıyı komşularım ve daha üst katlarda oturan aile büyüklerinden çekiyorum. Hermes aşağı Hermes yukarı, Hermes şunu getir bunu götür. Aman kabus gösterme, şuna musallat ol zihnini karıştır da beni öfkelendirdiğine pişman olsun.. zibilyon tane kaprisleriyle uğraşıyorum şu Olimposluların. Hayır kuryelik işinde hız kazanayım diye ayağıma kanatlı ayakkabı vermekten başka ne bir maaş bağladılar ne de sigortam var. Yemek yemeye ihtiyaç duymadığım için şanslıyım.

Bu kadar işin arasında bir de adım hırsızlar tanrısına çıktı. Çobanların tanrısı olarak mutluydum oysa ki. Hepsi Zeusun başının altından çıkıyor da bir şey söyleyemiyorum yoksa şimşeği kafama yerim kalan aklım da bu uğurda uçar. Bazen diyorum ki insanların arasına karışıp bir süre saklanayım da bensiz bir işi yapamadıklarını anlayıp değerimi bilsinler ama şu pamuk gibi vicdanım yok mu ah ah hep o yüzden duruyorum.

Olimposlular akıllı uslu dursalar insanların işlerine daha kolay yetişeceğim. Her şeye karışıp her şeye öfkelenip ani kararlar aldıkları için iki dünyanın işleri birbirine giriyor. Troia savaşı da bunlar yüzünden çıkmadı mı zaten? Hele Narkissosun trajik sonu ah zavallı ne de hoş çocuktu.. Daphne'ye olanlar, zavallı Adonisin sonu.. bir de çocuğun hatırası için Anemon çiçeği yarattılar, hatalarını çiçek kokusuyla kapatabilirlermiş gibi.. onca olay yetmiyor gibi Nekropoller ile Kayros arasında mekik dokumam gerekiyor. Yemin ederim bıktım valla. Kendimden bir kopya icat edip adımı değiştirip kaçıcam en sonunda. Hermes Hermes diye diye başınıza taş düşecek bi gün.

Keşke Olimposta doğmak yerine Kayra Han'ın çocuğu olaydım. Hah bak yine çağırıyor şimşeğini sallayarak saçı sakalına karışan beyimiz. Bir traş olmayı öğrenemedi ama bilmediği oyunbazlık yok. Gideyim de yeni bir dağ devirmesin. Ah benim çileli başım..

Son


(kharoon olcaktı)


AĞLAYAN AŞIK KULÜBESİ

Patesia'da her zamanki gibi sıradan bir gündü. Güneş tüm neşesi ile baharı aydınlatıp tatlı tatlı parlarken Kandelion dağının zirvesindeki karları eritiyor ve buz gibi taze suları şehrin akuadük ve çeşmelerine ulaştırıyordu. Agorada dükkanların gölgelenmesi için stoa yeterliydi ama yine de bazısı onun da kenarından tente uzatıp altında satmak için beklettiği tavuk ve keçileri dinlendiriyordu. Yarın büyük bir at yarışı ve dövüş turnuvası başlayacağı için kent epey kalabalıklaşmıştı.

Ben Orestano ise bu fırsatla seferleri ikiye çıkartmış ve kazancımı arttırmıştım. Sabah seferinde insanları Kandelion sırtındaki eski tapınağın unutulmuş yolunu takip ederek ilahi bir gezintiye çıkartıyor akşamüzeri güneşin batışını fırsat bilerek de bir tekne turu ile denizin ortasındaki bir resifin üzerine kurulmuş eski bir kulübeyi ziyarete götürüyordum. Bu gezilerden her birinde kişi başı iki feline kazanıyordum ki bir felinenin bir kutu zeytinyağı ettiğini düşünürsek epey kârlı oluyordu. Elbette tapınağa girip ziyaret etmelerini sağlasam da denizdeki Ağlayan Aşık kulübesini ziyaret ettirmiyordum. Öncelikle efsanenin büyüsü bozulursa bu benim işlerimi bozacağı için ikinci olarak da harabe çökerse vs birine bir şey olursa müessese olarak sorumluluk alamayacağımızdan dolayı herkes teknede kalıp hikayeyi dinlemek ve biraz korkmakla yetinmek zorundaydı.

İsmi Ağlayan Aşık olduğu için bu kulübeyi genelde çiftler ve yeni aşıklar ziyaret ediyordu. Eh böyle olunca hazin hikayenin büyüsü de daha etkileyici ve daha korkunç geliyor olmalı. O kadar korkarlar ki kimse tekneden aşağı inmeyi düşünmez bile zaten. Teknenin kaptanı ve rehber olarak ben ve sadık yardımcım Curio her seferi sanki ilk defa yapıyormuşuz gibi heyecan duyarız. Bu heyecana müessesemizin medarı iftiharı gemimiz Tozca da gıcırdayarak eşlik eder. Karada bizi bekleyen biricik eşim daima yolluk sandviçler ile kuruluşumuzun en büyük destekçisidir. Tozca denizde ilerleyip karadan açıldıkça güneş iyice alçalır. Beklediğimiz o büyülü sis kendini göstermeye başlar. Resife yaklaştıkça gri sis iyice opaklaşır. En sonunda istediğim kadar yaklaştığımda kulübenin iskelet gibi görünen silüeti belirginleşir. Sisin kıpır kıpır bulutların arasında, gıcırdayan tahtalarından çürük balık ve yosun kokusu olduğumuz yere kadar ulaşır. Dalgalanan suyun etkisiyle hareket eden biz değiliz de o an sadece bu yapıymış gibi görünür.

Bu garip kokuların ve sisin kemiğe işleyen soğuğunun da etkisiyle bir büyücünün lanetiyle deniz kızına dönüşen sevgilisi için bu kulübeyi yapan zavallı aşığın hüzünlü hikayesini anlatmaya başlarım ve herkes hikayeyi dinlerken gözlerini ondan ayıramaz. Bu aşamada aşıklar birbirine sarılıp el ele tutuşurlar elbette bu da korktuklarını gösterir. İşte o zaman teatral şekilde anlatmaya devam ederim ve sesimi oldukça alçak tutarım ki büyü bozulmasın. Zavallı aşık bu kulübeyi inşaa ettikten sonra sevgilisiyle resiflerde buluşmaya devam etmiş . Ancak olanlar karada yaşayan insanların kulağına gitmiş. Ve söylentiler çıkartmışlar. Bu deniz kızının pullarından ele geçirip kaynatınca kaynayan suyun altına dönüşeceğine inanmışlar. Söylentiler zalim kralın kulağına da gitmiş. Emir vermiş genci ve deniz kızını avlasınlar diye. Özellikle denizkızını getirene büyük bir ödül verecekmiş. Bir gece sisin içinden kayıklar gizlice eve yaklaşmış. Denizkızını ve genci sohbet ederlerken bulup aniden balıkçı ağlarıyla yakalamışlar. Gencin başında ödül yokmuş bu yüzden onu ağın içine hapsedip kulübenin duvarlarına çivilemişler. Bakın işte şu yıkılmayan sağlam duvarın üzerindeki büyük dairesel çivi kalıntıları onun izleri işte. Gencin bağırıp yalvarmasına rağmen kızcağızı kayığa koyup krala götürmüşler. Kral onun bütün pullarını tek tek kopartmış sıradan bir balık gibi. Denizkızı bu işkenceye dayanamamış ve oracıkta ebediyete gitmiş. Pulların işe yaramadığını görünce pullarıyla beraber gerisin geri denize bırakmışlar. Ama suların içinde kaybolurken yeniden canlanması artık mümkün değilmiş. Genci de kulübede öylece unutmuşlar. Aslında bilerek unutmuşlar çünkü serbest bıraksalar onun ne yapacağını bilememişler. Denizkızının ruhu buradaki sise dönüşmüş. Gencin ruhu da kulübede attığı çığlıklar gibi çığlıklara dönüşmüş. İkisi de her akşam burada bu şekilde sonsuza dek buluşmaya devam edecekmiş. Kulübeye yaklaşan kim olursa olsun onu da denize atacak ve sonsuza dek kimseyi buraya yaklaştırmadan var olmaya devam edeceklermiş.

İşte hikaye böyleydi. Arada sırada kulübeden gelen gıcırtılar sahiden de bir adam çığlık atıyor gibi sisin içinde yankılanıyordu. Bir süre daha sessizlik içinde bekleyince evin yıkık duvarları içinde sürtünen rüzgarın ve resife çarpan dalgaların sesi de korkunç çağrışımlar yapar. Böylece herkesi korkutup turu tamamlar ve eve dönerken karaya yaklaştıkça rahatlayışlarını belli etmeden gülerek izlerim. Curio da tam istediğim zamanlarda havlayarak ortamda gerilim yarattığı için akşam yemeğinde iyi bir parça sulu et hak ettiği için mutlu durumda olur. Kıyıda bizi biricik eşim Lenola elinde bir fenerle karşılar. Herkese bizi tavsiye etmelerini ve tekrar beklediğimizi söylemeyi unutmayız elbette. İşte böylece meşalelerle aydınlatılan sokaklardan eve doğru dönerken agoranın içinden geçip ozanlardan birinin çaldığı bir türküyü dinleyerek güzel Lenola'm ile bir dansı es geçmeden neredeyse bütün baharı ve yazı böyle tur işleri ile geçirir, kışın ise yaz boyu Lenola'nın arazide baktığı yarış atlarının ve boğaların satışı için büyük kente gideriz.

Son

14 Aralık 2021 Salı

DİLLERİN KÖKENİ


 



Hayat zor. Das leben ist hart. Life is hard. Life, Leben, La vie. Diller, kelimeler hep aynı. Germence, Saksonca, Latin, Kafkasya. Hepimizde aynı dil. Kırmızı ve yumuşak.

Germen, Sakson öncesinde acaba neydiler? Daha yerel diller zamanı. Diller tarihi. İnsan yemek yemeyi keşfedince önce dil organı gelişiyor. Sonra yemek yerken biri gelip elinden yemeğini almak isteyince alma, yeme, dokunma derken eline vururken yabancının, konuşmayı keşfediyor insan.

Birbirlerinin ellerine vuruyorlardı büyük olasılıkla, kemiklerle. Dil deyince konuştuğumuz dil bir de insanın organı dil var tabii. Mağara adamı boh demiş, ordan demişler burası Bohemya, harg harg demişler ordan Hwarang çıkmış, zonk demişler Zonguldak olmuş zamanla.

İnsan zamanla gelişmiş tabii. 10 sözcükle konuşmaya başlamış, param yok, acıktım, yemek yap, biz bi aileyiz. Halen günümüzde çok insan 100 sözcükle konuşuyor. Yani insan dili çok ilerlememiş ama organ dil için uzun diyenler oluyor, dilin pabuç gibi.

İlk insanlar bebekler gibi agu bugu diyerek anlaşıyormuş. Birçok kelime doğanın taklidiymiş. Mesela, çatırtı kelimesi. Belki şimşeğe çat çat dediler, duyulan sesin taklidi. Bir de aralarında kendi dillerini yaratanlar var, bazen iki kişinin konuşmasını dinlersiniz, bir şey anlamazsınız, çünkü aralarında yerleşmiş kodlar, simgeler vardır.

Diller böyle gelişti işte. Tabii komik açıdan bakınca.

9 Aralık 2021 Perşembe

ÇOCUKLUK

 




Küçükken anneannemin evindeki yüklükte oynardım arkadaşlarımla. Duvara gömülü büyük bir yüklük vardı. Yorgan yastık pike seccade havlu konan. Tavana yakın yerde ikinci katı vardı yüklüğün. İlk katın zemini ahşap, ikinci katın zemini ise betondu. Üst katın dışarıya doğru açılan kare şeklinde bir kapısı vardı. Arkadaşlarım oraya merdivenle çıkardı, aşağı ip atarlardı, ben bakkal olurdum aşağıda.

Anneannemin bir komşusu vardı, komşunun kızı gübre fabrikasında çalışırdı. Her gün sıvı gübre üretirdi. Gübre kokardı hep. Anlatırdı bana, gübreler patlayıcı yapımında da kullanılırmış, o yüzden belli miktardan fazla gübre satın alınamazmış.

Çocukken hayat daha güzel tabii. Şimdi, bazen bir yer olsa diyorum kaçsam gitsem kimse bulamasa. Çocukken ne güzeldi. Anneannemin eteğinde uyurdum öğleden sonraları, saçımı severdi, sonra divanda balkonda gölge uykusu zamanları, sıcakta kafamı yastığın altına koyardım, buz gibi olurdu. Şimdi öyle her şeyi bırakıp uyuyamıyor insan.

Anneannemlerle birlikte onların kasabalardaki arkadaşlarına giderdik. Açık sinema vardı. Matrix filmini, Kenan İmirzalıoğlu’nun silahlı bir filmini hatırlıyorum. Onların Fantom süpürgesi vardı. Devasa bir şeydi. Küçükken biraz esmer ve kıvırcıktım. Dayım dalga geçerdi benimle. Seni abdal çadırından aldık diye, onlar da kıvırcık esmer olur ya. Göçebe çadırlarında yaşayanlar yani, Çingen de denir, düğünlerde çalgı çalarlar.

Yüksek dağlara kar yağardı, okula gidip gelirken soğuk olurdu, eve dönerken Allah’a dua ederdim, Allahım nolur rüzgar esmesin diye, ben küçüğüm yağmurda fırtınada uçarım giderim, nolur esmesin, bir cahillik ettim, az yedim, hafif oldum, esmesin, kıymasın bana derdim. Çizgi film karakterleri gibi.

7 Aralık 2021 Salı

PARKTAKİ TEYZE

 




Maçka Parkının girişinde kediler köpekler çoktur. Kedi daha çok. Bunları besleyenler de var tabii. Bazı teyzeler akşamları Burger King benzeri yerlerden artık tavuk parçalarını, kemiklerini toplayıp poşete koyup getirip parkta dağıtıyorlar, bazen de sabahları dağıtıyorlar.

Market sonrası parkın girişine geldiğimde girişte bir teyze gördüm, zayıf bir teyze, biraz beli bükülmüş, kapüşonlu, elinde poşet ile içeri giriyordu ama güvenlikçiler durdurdular, parkta birkaç tane milletvekili varmış, bir şeyleri inceliyorlarmış.

Teyze, sesini yükselterek, ben bu parka girerim, bu semtte oturuyorum, yıllardır bu parka gelirim, bu park benim, önümü kesemezsiniz, dedi. Güvenlikçiler biraz direndiler, teyze, parka kim gelirse gelsin, ben devletim, girerim, diye üsteledi.

Milletvekilleri duymuşlar konuşmaları, geldiler girişe, teyzenin yanına, ne oldu, ne istiyorsunuz diye sordular, teyze de, ben güvenlikçilere açıkladım, size bir daha açıklamam diye söylendi ve yürüyüp parka girdi, kimse ses çıkaramadı, kediler köpekler hemen yanına geldiler, onlara emir verdi, dur sen sana sonra, önce sana filan gibi hepsiyle konuştu, hepsi de onu dinlediler.

Parkın girişine gelen halktan başka kişiler de teyzeyi alkışladılar.

20 Kasım 2021 Cumartesi

MALEZYA DİZİLERİ 4



BLACK

Malezya dizileri genellikle aşk, evlilik, aile, dram, komedi konulu oluyor. Bu dizi ile çizgi dışına çıkmışlar. Fantastik dizinin konusu son zamanlarda izlediğimiz Kore fantastik dizilerine benziyor. Bu dizi de zaten Kore uyarlaması. Başka dünyalardan bir ölüm meleği, bir tür hayalet gelir dünyaya, bir misyon ile. Misyonu daha önce gelen insanları bulmaktır. Bir dünyalı kız ile tanışırlar, sonra da birlikte çözülmemiş davaların peşine düşerler. Ağır tempolu dizi. Not:3/4




DAN CALONNYA ADALAH

And The Nominees Are

Dizinin ismi, ve şimdi koca adayları, anlamına geliyor. Kısa, beş altı dakikalık bölümlerden oluşan komedi dizisi, Web dizilerinden. Genç bir kıza annesi baskı yapar, evlenmesi için, ona adaylar bulur, kız hiçbirinden hoşlanmaz. Kendisi evlilik sitelerinden adaylar bulur, adaylarla buluşsa da onları da beğenmez. Eğlenceli, hafif dizi. Not:3/4




HATİMU SEDİNGİN SALJU

Kalbin Kar Kadar Soğuk

Tipik Malezya aşk, evlilik, aile dramı. Yeni dizilerden.

Rania’yi nişanlısı terk eder, Rania’nın kalbi kırılır. Oğlu olan başka bir anne, Rania’yı beğenir ve oğluna almak ister, oğlu Arman ile Rania bir zamanlar okul arkadaşı da olmuştur, Arman’ın hoşuna gider bu fikir, Rania ise hala çekimserdir. İkisi evliliğe doğru giderken, Arman’ın erkek kardeşi de Rania’ya aşık olur ve abisinin işini bozmaya çalışır.

Her zamanki keyifli Malezya dizilerinden. Not:4/4

18 Kasım 2021 Perşembe

KÖTÜLÜĞÜN KAYNAĞI

 




İnsan nötr doğar. Çevre onu şekillendirir. Deneyimlerden elde edilen özellikler olabilir. Kötülüğün kaynağı, insanın kendisi ama çevre etkisiyle. Çevreden kastım, sadece yaşadığı yer değil, aile de bir çevre. Açlık, yoksulluk, kötü yönetilen bir ülke, cehalet de çevre etkisi.

Doğuştan katil diye bir kavram yok, psikoloji konusu bu. Beyinde bir sorun vardır veya kötü bir aile. Seri katillerin beyinleri incelendiğinde onların beyin yapısının farklı olduğu çıkmış ortaya. Katil olmak için doğmuyorlar tabii. Beyinde birtakım hücreler bozuk oluyor ve beyin sıkıntıları saptanamadığı için büyürken doğru yetişmiyorlar.

Tabula Rasa var. Doğarken zihnimiz boştur, düşüncesi. Boş beyinle doğuyoruz. Sadece açlık duygusu var başta. Sadece yemek arıyoruz bir de anneden güven duygusu. Diğer duygular sonra keşfediliyor. Bazı duygular yeterince doyurulmazsa veya öğrenilemezse sorunlar çıkmaya başlar. İyiliği öğrenemeyen bir çocuk, şefkat, sevgi bilmeyen veya bunu algılayamayan bir çocuk kötülüğe yönelebilir. Çünkü kötü olmak kolay. Uyumlu olmak zor olabiliyor çocukken, topluma uyum göstermek de bir beceri çünkü.

Çocukken kimse hayvanların da canı olduğunu anlatmasa bize, karınca incitme demese, nerden bileceğiz! Adam öldürmek günah ve yasak diye korkunç bir şey diye bir kavram öğrenmesek, serbest olsa öldürmek. Canını sıkanı öldürsen, toplum o şekilde olsa, çocukken bunlar öğretilmese.

Ama ailemiz bize sevgiyi öğretir başta, yaşamın kutsallığını, karıncaların canı olduğunu öğreniriz. Seri katillerin bir çoğunun empati yapan kısmı yok beyinlerinde, bir çoğu da travmalı bir çocukluk geçirmişler. Birçoğu da iyi duyguları öğrenmeden büyüdüğü gibi cezalardan korkmama sebebiyle de istediğini yapabiliyor.

Ayna nöron diye bir şey var alnımıza yakın bir yerde. Aşırı empati yapan insanlarda çok fazla imiş bu nöron sayısı. Araştırılan seri katillerde bu yokmuş, şaşırtıcı. Karşıdaki kişinin acı çektiğini anlayamıyorlarmış. Hatta bazı seri katiller kendilerine de zarar veriyor, hiç acı çekmeden. Bazı insanlarda ise derimizde acıyı hissetmemizi sağlayan sinir hücreleri olmuyor.

O yüzden kolu kesilse canı acımıyor ve başkasında da acı çeker diye algılamıyorlar, bilmediklerinden. Bunlar tabii hastalık veya beyin hasarı nedeniyle oluyor. Ama sevgisiz ve travmalı olarak büyüyünce kötülüğe eğilimi olanlar daha çok bu dünyada.

Urartularda çocuk kurban etmek normaldi, kültürleri bu idi, hiç kimse çocuğunu kurban olarak verirken acı çekmiyordu. O toplumda olsak buna kötülük diyemezdik. Toplum öyleydi ve bunu öğrenerek büyüyorlardı. Bu da çevre etkisi.

16 Kasım 2021 Salı

YDS-KPSS DÖNGÜSÜ





YDS, YÖKDİL ve KPSS sınavları çok kişiyi ilgilendiriyor. Üniversite mezunları bu iki sınava giriyor. KPSS, işe girebilmek için, devlette, en önemli amaç düzenli maaş tabii. YDS de aynı şekilde, üniversite mezunları akademisyen, araştırma görevlisi, öğretim görevlisi, okutman olmak yani okulda kalmak için mezunların girdiği sınav. Bu da yine düzenli maaş anlamına geliyor. Ayrıca, akademisyen maaşı daha yüksek, 8 000 TL civarında, devlette öğretmen maaşı ise yaklaşık 5 000 TL civarında.

YDS ve YÖKDİL sınavları yaklaşık Nisan ve Eylül’de yapılıyor, KPSS ise Temmuz civarında. Binlerce mezun giriyor bu sınavlara, iş bulabilmek için. Bu sınav tarihleri yüzünden bir döngü oluşuyor, sınava girecek kişiler, hangisi için çalışacağına karar veremiyor. KPSS’ye girecek adaylar, bölümlerinin durumuna göre bazen 20-30 ders çalışmak durumundalar. Bunun için de aylarca çalışmak gerekiyor. Bu durumda Temmuz’da sınava girecek bir aday Nisan’daki YDS’ye girmekten vazgeçiyor. Çünkü, YDS için de çalışması gerekiyor. Yine Temmuz’da KPSS’ye girecek aday, Eylül’deki YÖKDİL’e girmekten de vazgeçiyor. Ya da Nisan’da veya Eylül’de dil sınavlarına girmek isteyen adaylar da Temmuz’daki sınava girmekten vazgeçiyorlar.

Çalışmak gereksinimi nedeniyle vazgeçiyorlar. Mezunlar genellikle okul bittikten sonra dil çalışmaya, öğrenmeye başlıyorlar ya da çalışmaya karar veriyorlar. Sınava ve işe girmek için. Sıkı bir çalışma ile, dil bilmeyen bir mezun, belki altı ayda İngilizce veya başka bir dili öğrenebilir ve ardından da sınavlar için hazırlanabilir. Dil sınavları için de bir süre soru çözmek üzerine çalışmak durumundalar. Yani, çalışmak için süre gerekiyor. KPSS için de aynı şekilde aylarca çalışmak gerekiyor.

Bu durumda, mezunlar, yıl içinde YDS, YÖKDİL mi çalışayım yoksa KPSS mi çalışsam diye kararsızlığa düşüp, bunlardan birine çalışmaya başlıyorlar, genelde geç karar verdikleri için başarısız olabiliyorlar. Böylece her iki sınavdan da geçer not alamayabiliyorlar. Sonra da keşke diğerine çalışsaydım diye üzülüyorlar. Bu şekilde, yıllarca, örneğin dört beş yıl boyunca aynı döngüde kalıp ne dil sınavından ne de işe girme sınavından geçemiyorlar. Yüksek veya doktora için dil sınavından en azından 55 almak gerekiyor. KPSS için de bölüme göre 80-90 gibi bir not almak durumundalar.

Bu açıdan bakınca, mezunlar belki, mezuniyetten sonra, belki sınavlardan birine öncelik verip önce onu çalışmalılar. Örnekse, önce dil sınavını halledip akademisyen olma hakkını kazanabilirler. Sonra da gelecek yıl, KPSS’ye girebilirler.

11 Kasım 2021 Perşembe

GİZLİ FORMÜL

 




Anneannemin evine gittiğimde buzdolabından kiraz, bezelye, salça aşırıp yerdim, çocukken. Konserve çiğ bezelye yemeyi de severdim. Teoman ile evlenmeyi hayal ettiğim zamanlar.

Çiğ köfte yoğururdu. Karpuzu çok ince dilim halinde kesip verirdi bana, öyle yemeyi sevdiğim için. Boşnak böreği, Arnavut böreği, çok iyi yapar zaten hep. Buzlukta dondurma yapardı bana. Meyve suyu, karpuz suyu, sütle ezerdi biraz, küplere koyup dondururdu. Vişne suyu, muzlu süt de dondururdu, biraz da şeker vanilini. Süt vanilin muz. Sütle kavun veya. Böğürtlen, kakao.

Hep anneannem gibi yemek yapmaya özendim. Eli çok iyi onun. Ona sorduğum zaman, o da annesinden öğrendiğini anlatırdı. Ama bunu gizlice yapmış. O zaman eskiden, anneannem küçükken, anneannemin annesi gençken, iki katlı ahşapmış galiba evleri. Alt katta misafir odası, salon, mutfak varmış, ahşap merdivenle çıkılan ikinci katta da iki yatak odası, biri büyüklerin, biri küçüklerin. Altta mutfaktan bahçeye çıkılırmış, tuvalet bahçedeymiş, üst kattan da bahçe terasa çıkılırmış. Bahçede yağ tenekelerinde çiçekler varmış.

Anneannem, annesinin nasıl yemek yaptığını öğrenmek istermiş hep, komşular da öğrenmek istermiş ama o söylememiş hiç, yaşlanıncaya dek. Mutfakta hep yalnız yemek yapmış. Anneannem yanına girememiş hiç.

Buna bir formül bulmuş, üst katta, alt kattaki mutfağın tavanına bir delik açmış, ufak delik, üstünü de kapatırmış zaten, ordan hep izlemiş annesini. Özellikle tatlılarda, kurabiyelerde iyi izlemiş, defalarca izlemiş, hep notlar almış.

Böylece, usta olmuş tabii. Ben de hep anneannem gibi yemek yapmaya özenirim. Ben de diyorum ki acaba gizlice anneannemin mutfağına kamera mı koysam?

9 Kasım 2021 Salı

RÜYA





Doktorlar kollarımdan yakaladılar. Kaçmaya çalıştım. İzin vermediler. Kemiklerin senin değil, sana yanlış vermişler, onları çıkarmamız lazım dediler. Bana bunlar yerine balık kemiği takacaklar, sonra da suya atacaklar.

Delirdiniz mi dedim, yüzme bilmiyorum, boğulurum. Çok sinirlendim. Kemiğe değil de suya daha çok sinirlendim nedense, tek sorunum buymuş gibi. Ama beni dinlemediler. Onlar beni çekiştirirken uyandım neyse ki.

………………

Yeni taşındığım evde eşyaları düzenlemeyi bitirdim. Kuzenlerim var iki tane, erkek kardeşler, hiperaktif ve kavga dövüş küfür seven çocuklardı küçükken. O küçüklük halleriyle gördüm onları, ziyaretime geldiler. Asla laf dinlemeyen belalı çocuklardı. Üzerimden aşağıya, cam silmek için kullandığım, su kovasını devirdiler. Yeni temizlediğim yerleri çamur ettiler. Her yeri dağıttılar ve bir şeyleri parçaladılar. Alaylı konuşup dalga geçtiler bir yandan da.

Sinir krizi geçirdim valla. Dur diyordum hiç durmadılar. En son kendimi odaya kilitlemek istedim. Bu sefer de kapıya dayandılar beni gıcık etmek için. Sinirden ağlarken uyandım.

…………..

Birkaç melek grup halinde uçmaya başladık. Bir ekibiz ya bize görev verilmişti. Her meleğin görevi ve misyonu farklıydı.

Ben yeni bir melektim, düzgün uçmayı beceremiyordum. O yüzden gidip bir ağaca çarptım ve orada asılı kaldım. Kanatlarım dallara takılı kaldı, kuş gibi çırpındım. Kimse de beni indirmedi, beni bırakıp gittiler, arkalarından seslendim durdum, hiçbiri umursamadı. Belki de bana bir şeyler öğretmek istiyorlardı, sınav gibi.

5 Kasım 2021 Cuma

5 KASIM

 





5 Kasım, popüler kültür açısından önemli, unutulmaz bir tarih.

Geleceğe Dönüş film serisi, dünya üzerinde en sevilen filmlerden, çok kişinin sürekli eğlence aracı, öyle ki, bu filmi, 50 kez, 100 kez izleyenler var.

Film, 1985 yılında piyasaya çıktığı için, öncelikle tam 30 yıl öncesi düşünülmüştü. 1955. Filmi yazan iki yazardan birinin babası 5 Kasım 1955’te ölmüştü, 5 Kasım 1922’de doğmuştu. Bir film daha çekilirse bu 2015’te olacaktı.

Bu nedenle, başroldeki oğlan Marty, ilk kez geçmişe gittiğinde 5 Kasım 1955’e gitti. Ayrıca, deli doktor Emmet Doc Brown zaman makinesinin temelini 5 Kasım’da attı.

Bunun yanında, V for Vendetta filminde asi V, parlamento binasını 5 Kasım’da patlatıyordu. 5 Kasım, asilik tarihi yani, başkaldırı tarihi. V’nin taktığı maske de İngiltere tarihinden asker Guy Fawkes’ın yüzü. O da tam dörtyüzyıl önce parlamento binasını patlatacaktı. Ama yakalanıp idam edilmişti.

Geleceğe Dönüş, eğlenceli, Vendetta ise romantik film. İki film de efsane, kült mertebesinde. The Crow, Leon, Amelie, gibi.

2 Kasım 2021 Salı

DEMONYAK 5

 




Annecüğüm, çok kilo aldım pandemide evde, şişman vampirler uçamaz olmaz öyle şey, hemen diyete giriyorum, ama diyete başlamadan önce bir jübile yapmam lazım. Şimdi jübilem için sen bana şöyle hımm çikolata parçalı kakaolu kek yapsan yaa, kakaolar aksın kenarlardan. Magnolia yapsan az gelir şimdi olmaz kek doyurur yani yoksa seni de yemem lazım ama annecüğüm sen bana lazımsın.

Sevgili annikom, ya dişlerime bir şey olursa nolcak, dişsiz vampir, ya anneannem gibi olursam, dişleri yok yaa, hep rondoda çorba yapmam lazım, mantıları ısırmadan yutmam lazım, blender filan meyve suyu, ya olmaz ki, dişlerim yapılıncaya dek aç kalcam demektir yani, kansız vampir mi olurmuş, kan yerine insan pekmezi bulmam lazım, yanına da tahin, hani sen yapıyon ya, nohutlu salata, üstüne de tahin, sen bunu yapıp rondodan geçirirsin demi, dişsiz kalırsam.

Tamam annecim yaa, hep de bana hatırlatmak zorunda değilsin, biliyom, bünyem güçlü değil, çabuk hasta oluyorum, biraz hizlı uçsam, terleyip üşütüyorum, çok çabuk yoruluyorum, enerjisi düşük vampirim napayım, biliyorum, küçükken akraba gezmesine Elazığ’a gittiğimizde amcamın bahçesinde yerden çok kar yedim de gece üşüttüm, o günden beri bünyem zayıf. Napayım ama vampirlik öyle bırakılabilen bir şey değil ki?

Tamam annesi, biliyorum, uçarken, av peşinde koşarken seni arayacağım, haber vereceğim sana, eve geç kalacaksam, geceleri avdayım tabii haliyle, ah ah evet biliyorsun telimi hep düşürüyom yere havada uçarken, kaç kere düşürdüm, hatırlıyor musun ki, düşürdüm sanıp da yere inip bir insandan telefonumu aramasını istedim, evde sen açtın, meğerse yanıma almamışım.

Annecim, işsiz bir vampir olarak napsam, üniversite mezunları asker oluyormuş ya işsizlikte, sonra da Irak’a filan gidiyorlarmış, yazık onlara de mi, ben gitsem nasıl olsa ölmücem, gitsemmi ki, yoksa bordo bereli mi olsam, onlar savaşta ölmeyenler, bordo bere yakışır bana, sonra altıma kot giyerim, üstüme de crop top, ya biliyon şimdi böyle giyiyolar ama, üstüne de ceket de normalde modası ceket kapalı olcak da nedense kapatmıyorlar yaa, ben kapatırım, altıma da skinny fit giyerim de ama önce diyet yani ama ondan önce sen jubile keki yap da.

28 Ekim 2021 Perşembe

KİTAP ÇIKARAN BLOGCULAR 2

 



Hale Nur Durmuş (Sessiz Gemi)-Vincent Konağı

Makbule Abalı (Uçun Kuşlar)-Geriye Kalan

Hanife Mert (Yaren)-Düş Batımı

Ece Evren-Kara Pazarlar

Mehmet Osman Çağlar-Mavi Mısralar

Gülsen Varol-Albümdekiler/Cehennem Deresi

Mert Ofluoğlu (Kafa Dergi)-Ters Düz

Büşra Nebati-Benden Duymuş Olma Da

Kezban Şahin Taysun-Aynadaki Göz/Kelebekten Sığınak

Deniz Moralıgil (Vladimir’in Derdi)-Gölge Falı/İki Mükemmel Boşluk

Erdi Karadeniz-Pesimisyon/Beni Sevmek Zorundasın/Bu Şartlar Altında Ölemem

Berkay Daçe-Gökdelenin Tepesinden İnsan Manzaraları

Nurşen Şenol Güllüoğlu (Leylak Dalı)-Mutfağın Hatıra Defteri

Tolga Yazıcı-Parçalanmış Gülüşler/İçimde Ölen Biri Var

Hamiyet Akan (Yürekten Kaleme)-Göçebe Şehrin Efendisi

Gonca Keskin-Gül Kurusu Öyküler

Ezgi Duran-Altın Çağ

Eren Özeren Özgül (Okuma Günlüğüm)-Girişim

Benokız-Sevgiler Beno’dan

Birgül Özen-Ev Anası

Sezer Özşen (Momentos)-Anıltı


Bu liste de pandemi öncesinde kitap çıkaran blog arkadaşlarımızın listesi. Arada unuttuğum veya bilmediğim varsa arkadaşlarım söylesin, hemen eklerim. Bu kitapların nerdeyse hepsini okuyup yazmıştım blogumda. Okumadığım birkaç tane var, sevgili Momentos'un kitabı, sevgili Vladimir'in kitapları, sevgili Tolga'nın ikinci kitabı.

27 Ekim 2021 Çarşamba

KELİME OYUNU 10




Kelime Oyunumuz devam ediyor. Beş kelime vererek bu kelimelerin de içinde olduğu öykü, şiir, deneme benzeri herhangi bir yazı yazıyoruz. Herkes kelime verebilir veya yazı yazabilir. Haftanın kelimeleri benden.

Kelimeler: Ceket/Ufuk/Göç/Kapı/Titremek


GÖÇ

"Rüzgar var.."

Elindeki kâğıda yazdığı kelimelere bir süre bakıp kaldı. Ardından içinden geçip giden bir titremeyle birlikte bakışlarını ufka yöneltti. Soğuktan boynunu içeri çekmiş, ceketinin yakasına sığınmış, oturduğu taşın alçak olması sayesinde de dizlerini mümkün olduğunca kendine çekmişti. Dizlerine dayadığı bir evrak çantasını minik, portatif bir masa gibi kullanarak üzerine yerleştirdiği deftere yarım saattir sadece iki sözcük karalayabilmişti. Yazmak için neden böyle bir yer seçtiğini ondan başka kimse anlayamazdı. Donmadan önce söyleyeceklerini toparlayabileceğini umuyordu zira rüzgâr sanki gittikçe daha keskin bir soğukla geri geliyordu.

Bulunduğu tepe diğerlerinden daha yüksekteydi bu yüzden ufka kadar her şey ayaklarının altındaydı. Güneş yarım saat sonra batmaya hazırlanacaktı bu nedenle her yer o muhteşem sanat eserlerindeki gibi rengârenkti. Bunca soğuğun nedeni kuzey tarafında yani sağında kalan ve uzakta olsa da daha yüksek oldukları su götürmeyen dağların tepelerine kremşanti gibi oturmuş olan karlardı. Rüzgâr oradan hızını alamayıp vadiye doğru akarken beraberinde kar kokusu taşıyordu. Aşağıda kıvrım kıvrım yollar ve dereler ve bunların arasında engebeli araziyle beraber dalgalanan çeşit çeşit ve rengârenk bitki yakında kışın bastıracağını inkâr eder gibiydi. Ufukta denizin gümüşi mavi çizgisi bir anda göğe karışırken insan oradan devam etse bulutlara ulaşacakmış gibi hissediyordu. Gökyüzüne açılan gizli bir yol gibi. Dağlardan kopup gelen bu soğuk hava akıntısı doğanın sesini de bastırıyordu. Kuşlar, böyle bir manzaranın ev sahibi en çok onlarken, şimdi yuvalarına çekilmiş yakında edecekleri göç için plan kurarken sessiz bir bekleyişe girmişti.

Saçları tokasından kurtulup yüzüne çarpıp duruyordu. Bir süre sonra onlarla da mücadele etmeyi bırakmıştı. Her detayını hatırlamak için manzaraya defalarca göz gezdiriyordu. Her rengi, her gölgeyi ve her konturu hatırlamak istiyordu. Yıllar sonra bile hafızasından bu renkleri bulup çıkartabilmek için onu iyi bir şekilde kaydetmeliydi. Hatta rüzgârın bu korkunç sesi ve soğuğunu bile hatırlamak isterdi.

"Rüzgâr var… İçimde de dışımda da bir fırtına kopuyor..." Sonunda ilk cümleyi tamamlamıştı. Susadığını hissetti. Dudakları çatlamış gözleri bile kurumuştu. Neyse ki daha fazla oyalanmasına gerek kalmadan yazdığı ilk cümleden sonra açılan zihniyle sayfaları büyük bir hızla doldurmayı başardı. Kâğıtları toparlayıp dosyaya ve ardından evrak çantasına koydu. Güneş neredeyse batmak üzere olduğundan her şey şimdi daha farklı görünüyordu. Sanki bir çeşit boyutlar arası kapı gibi güneş battığında karanlık ve ıssız bir dünyaya geçiş yapılıyordu. Oturmaya devam ederse hem fiziken hem de mental olarak iyice hasta olacağından emindi. Bu yüzden ayağa kalktı. Bir damla gözyaşı onun harekete geçmesini beklemiş gibi yanağından süzüldü. Ardına dönüp biraz gerideki bir ağacın önünde onu bekleyen arabasına yöneldi. Aracı bile hüzünlü bir soğuğu içine çekmiş gibiydi. İçine binip evrak çantasını yolcu koltuğuna bıraktı ve kapıyı kapattıktan sonra kontağı çalıştırdı. Isıtıcıyı açar açmaz bedeni kendini tutmayı bırakıp tir tir titredi. Biraz da o şekilde kendine gelmeyi bekledi. Ardından navigasyonda havaalanını bulup işaretledi ve yola çıktı. Artık buraya geri dönmesi mümkün olmayacak ve hayatına bilmediği yeni bir şehirde devam edecekti. Hayat çok tuhaf diye düşündü.

Son..



KÜTÜPHANECİ

Fırtınanın sonunda dinmesi huzurla beraber garip bir tedirginlik vermişti. Sanki güneşin parlak gülüşüne aldanıp rahatlarsam hiç beklenmedik bir köşeden üzerime korkunç bir yaratık saldırabilirmiş gibiydi. Yine de fırtına yılının bitmesine sevinmeliydim. Şimdi önümüzde gittikçe sıcaklaşan bir yaz yılı olacaktı. Fakat en azından yiyecek ve su sıkıntısı çekmeden ve kemiklerimize kadar titremeden bereketli bir yıl geçirebilecektik. Fırtına yılının ardından buzlar şimdiden eriyip altındakiler ortaya çıkmaya başlamıştı. Birer harabeye dönmüş hayaletli binalardan çoğunun artık birkaç duvarından başka bir şeyi kalmamıştı. Biz en iyi korunmuş olanlardan birinde sığınmıştık. Bütün açıklıkları çamurla ve dallarla sıvamış ve etraftan bulduğumuz başka şeylerle kapatmıştık. Odalardan bazılarını erzak deposu haline getirmiş ve sıcak kalabilmek için hepimiz bir odada toplanmış böylece daha az odun harcamıştık. Şimdi yaz yılı gelmişken işimiz daha kolaydı. Kışa kadar yeniden erzak toplayıp depolayabilir ve yakacak odun biriktirebilirdik. Kocaman binanın birçok odası depomuz olmak için hazırdı. Elbette tüm bunları yaparken yerimizi yabancılara belli etmemek en önemli meseleydi. Ve tabii ki canavarlara. Onlar bizi kokumuzdan bile bulabilirdi. Bu nedenle eve hep farklı ve dolambaçlı yollardan döner ve takip edilmediğimizden emin olurduk.

Geçen gün yiyecek aramak için etrafı gezdiğim bir sırada çok garip bir yer keşfetmiştim. İşte bu gün de aynı yere geldim. Kabile büyüklerimizin elinde çok eskiden kalma bir nesne nedeniyle burada bulduklarımı tanıyordum ama hiç bu kadar çok ve bir arada olduklarını görmemiştim. Hatta kabilemizdekinin dünyada tek olduğunu sanıyordum. Bu şeyin adı Kitap'tı. İçinde düşündüklerini kaydeden yazı denen bir şey vardı. Onu da öğrenmiştim. Kabilemizdeki kitapta çiftçilik hakkında kadim bilgiler vardı. Ben de yazıyı öğrendikten sonra ağaç kabuklarına ve duvarlara büyük olayların kayıtlarını tutmaya başlamıştım. Ama dedim ya bizdekinden başka bir kitap olduğunu hiçbirimiz bilmiyorduk. O nedenle bu yeri bulduğumda adeta büyülenmiş gibi oldum. Yarısı yıkılmış odanın yıkık duvarından içeriye tatlı gün ışığı giriyordu. Buranın yeni yıkılmış olduğu çok belliydi çünkü başka türlü olsa bu narin nesneler çoktan eriyip gitmiş olurdu. Şimdilik sadece üzerlerini sarmaşıklar örtmüş haldeydi. Yaz yılında bitkiler çabuk büyüyordu. Bir an önce hepsini okumak istiyordum ama en önemlisi de bulduğum bu hazineyi çabucak koruma altına almaktı. Bu yüzden kabile büyükleriyle çabucak plan yapıp yanıma birkaç kişi almıştım. Artık hepsini ayarladığımız depoya taşıyabilecektik. İşte bu benim antik dönemlerdeki gibi bir kütüphaneci oluşumun hızlı ve kısa hikayesidir.

Son


208 Nolu Oda

208 nolu odaydı. İçeride krem, kahve ve tanıdık art nouveau renkleri ve stili hakimdi. Dört direkli yatağın üzerinde perde yoktu fakat kat kat serili örtülerin üzerinde bir de uçları yere kadar değen el işlemesi açık krem rengi bir dantel örtü serilmişti. Duvarlarda açık zemin üzerine yeşilin farklı soft tonlarında vahşi bir ormanı çağrıştıran bitkisel bezekli duvar kağıdı kaplıydı. Buna uyumlu şekilde tirizli pencerenin iki yanında kurdele ile toplanmış kalın yeşil bir perde salınıyordu. Kar beyazı tül açık pencereden içeri giren havayla hafifçe bir kabarıyor bir düzeliyor aynı zamanda pencerenin önündeki kısmı batmakta olan güneşin altın rengini alıyordu. Bütün mobilyalar zarif kıvrımlara ve kenarlarda yükselen veya sivrilen köşelere sahipti.

Köşede yuvarlak ceviz ağacından bir çay masası ve iki rahat sandalye bulunuyordu. Masada birisi tam dolu birinin yarısı içilmiş çay fincanı buz kesmiş halde son bırakıldıkları yerlerde bekliyor hemen yanlarında da bir demlik duruyordu. Demliğin yanında hiç dokunulmamış kurabiye dolu bir tabak, dantel peçeteler, şık gümüş kaşıklar ve lokumlar keyifli öğle saatlerini hatırlatıyordu. Bu görüntüyü bozan tek şey masadaki ufak kare dantelin üzerine düşmüş iki minik kırmızı lekeydi.

Yere halı yerine oval otantik bir kilim atılmıştı. Mobilyalar ve parke yeni cilalanmış gibiydi. Etrafta ne bir dağınıklık ne de toz zerresi vardı. Odada dağınık olan tek yer makyaj masasıydı. Kadın bu aynalı masanın üzerinde bütün yaşamını bırakmış gibiydi. İki çerçeveli fotoğraf, takılar, yüzükler, divit uçları, mektuplar, bir balo maskesi, anısı olduğu belli olan gümüş bir kolye ucu, hokka ve mürekkep, dünyanın öbür ucuna ait bir harita ve büyüteç, deri bir çanta, toz alma fırçası, mektuplar için mühür mumu ve damgası, takı kutularına ait gibi görünen iki minik anahtar ve hatta bir çift terlik bu masanın üzerinde duruyordu. Makyaj için kullandığı setler ise çekmeceye tıkılmıştı. Aynanın her köşesine birkaç fotoğraf sıkıştırılmıştı. Bu masa ve üzerindeki tıklım tıklım eşyalar, fotoğraflar, mektuplar ve anısı olan nesneler adeta kadının kendisiydi. Onun bütün hayatı, yaptıkları ve yapacak oldukları, sevdikleri ve özledikleriydi. Odanın gerisinin dokunulmamış gibi boş olmasına rağmen bu masanın bu kadar kalabalık ve karışık olması onun anılarını bir arada tutup kaybetmek istememesi olarak açıklanabilirdi belki de.

Masaya ne kadar süre bakıp kaldığımı bilemiyordum. Üzerindeki eşyaların fotoğrafları çekilmeye başlandığında kendime geldim. Not defterime göz atıp yazmadıklarımı ekledim. Sonra pencereden dışarısını kontrol ettim. Pencereye yakın hiçbir ağaç yoktu. Dışarısı alabildiğine açık ve müthiş bir kıyı manzarasıyla doluydu. Sessizce kaybolmak için muazzam bir yerdi. Kapıda zorlama yoktu. Pencereden içeri girmek de mümkün görünmüyordu. Odada elle tutulur pek bir şey bulduğumuz da söylenemezdi. O iki küçük vişne rengi leke olmasa kadının bilerek saklandığını ve kaçıp gittiğini düşünürdüm. Zira soylu ailesi her yerde peşindeydi. Fakat içgüdülerim bu gizemi çözmenin zor ve karmaşık olduğunu ve tehlikenin çok yakın olduğunu söylüyordu. Onu bir an önce bulmak zorundaydım. İşe çay partisinde ona eşlik edenin kim olduğunu bulmakla başlasam iyi olacaktı. Olay çözülene kadar müthiş bir migren atağı geçireceğimden emindim. Sinirlerim şimdiden gerilmeye başlamıştı.

Sandalyelerden birinin köşesinde minik bir parıltı görünce dikkatim buna kaydı. Gidip kontrol ettiğimde minik bir küpeyle karşılaştım. "Misafirimiz bir kadın, soylulardan biri veya çalışanı değil, orta gelirli biri olmalı." diye seslendim. İlk bakışta fazla bir şey söylemek mümkün olmuyordu. Küpeyi daha sonra incelemek için bir torbaya koydum. Kadının kendisine ait olmadığından emindim çünkü imitasyon olduğu belliydi. Odada kalan işleri diğerlerine bırakıp dışarı çıktım. Heyecandan ve stresten karnıma ağrılar giriyordu. Bu gece sabahlar olmayacaktı.

Son


LUVIN FOLKHOUT'TAN BİR NOT

Yılbaşı gecesini devasa bir göktaşı süslerken bu yılın her zamankinden farklı olacağı ve bir şeylerin ters gideceği belliydi. Ama o gece herkes gökyüzünü boydan boya kesen ateş topunun kızıl şöleninden gözlerini alamazken duydukları heyecandan başka bir şey yoktu akıllarında. Karlı dağın üzerine düşerken etrafı birbirine katıp kendine uygun bir çukur açan göktaşını bulmak kasabadaki herkes için o gecenin en büyük eğlencesi olmuştu. Şerif iyi araç kullanan birkaç kişiyi ve dağcılık deneyimi olanları toplayıp bir ekip kurmuş ve yanlarına gerekli malzemeleri alarak yola çıkmıştı. Kaza bölgesinde kimsenin olmadığından emindik fakat yabancılar da zaman zaman o bölgeye kamp yapmaya geliyordu ve birinin yardıma ihtiyacı olabilirdi.

On beş kişilik ekip oraya varıp alevler halindeki kayayı ve yarattığı devasa çukur ile çıkarttığı yangını gören ilk kişiler oldu. Düştüğü bölge kar ve buzla kaplı olmasına rağmen büyük bir alan buharlaşmış, çıplak kalan ağaçlarınsa tepeleri tutuşmuştu. çukurun etrafında normalde kar altında duran otlar ise kömür olmuştu. Etrafta yardıma ihtiyacı olan kimseyi bulamamışlardı. Kayaya yaklaşmaksa o sırada mümkün değildi hala soğuması gerekiyordu. Bu nedenle minik yangınları kontrol altına almak için bir iki ağaç devirip yeni yılın ilk öğlen saatlerinde geri dönmüşlerdi. Tam soğuma için ne kadar süre geçmesi gerektiğini bilemiyorlardı. Bu sırada şerif belediye başkanıyla toplantı yapmış ve daha yüksek kişilere gerekli haberler verilmişti. Belediye başkanı soğumanın ardından örnekler alınıp analiz yapılmasını istemişti. Böylece bir kısmını NASA gibi kurumlara sattıktan sonra bir kısmını da turizm için kullanmayı düşünüyordu. Böylece kasabaya ek kaynak elde etmiş olacaklar ve kasabadaki herkese bir miktarı eşit şekilde dağıtarak memnun edecekti.

Kayanın büyüklüğüne göre soğumasının üç gün sürmesi gerektiği hesaplanmıştı. Fakat ertesi gün kontrol etmek için gidildiğinde daha dün yaklaşmadan bile ısısını yüzümüzde hissettiğimiz nesnenin buz gibi soğumuş olduğunu gördük. Bu tuhaftı. Örnekler alıp analize gönderdiğimizde sonuçlar daha da şaşırtıcıydı. Kayanın tamamı dünyaya yabancı yeni bir maddedendi. İçindeki elementlerin hiçbiri daha önce tanımlanmamıştı. Radyoloji testindeyse tamamen hayalet gibi davranıyordu. Yani bir kurabiye bile belli oranda radyasyon yayardı, insan vücudu da radyasyon yayardı bir taş bile. Fakat bu nesne yaymıyordu. İnsan sağlığına zarar verici herhangi bir özelliği olup olmadığını araştırmaya devam ettiler ve olaya uzayla ilgili ne kadar kurum varsa hepsi dahil olmaya başladı. Bazısı ortak çalışmaya yatkınken bazısı tümüyle kendilerine ait bir olay olarak görüp kargaşa yarattı. Olaya devlet el atıp herkesin araştırma hakkı olduğunu ve sonuçları birbiriyle paylaşmak zorunda olduğunu hatırlattı. En sonunda diğer ülkeler de işin içindeydi.

Bu işler bir yanda devam ederken kayanın büyük bir bölümü her yere örnek olarak gönderildi. Kasabada kalan kısmı artık sadece iki kilogram kadardı ve ne olduğu anlaşılana kadar kimse dokunmasın diye üzerine vakumlu kırılmaz camdan bir kafes yapıldı. Etrafı da kraterin kenarlarından itibaren bir yürüyüş platformuyla çevrelendi ve aşağıya iniş engellendi. Artık turistler onu yukarıdan seyredebilecekti.

Ve bilmediğimiz bir kötülük bu şekilde tüm dünyaya yayılmış oldu. İlk belirtileri bahar vakti hissettik. Kiraz çiçekleri kahverengi açtı ve meyveleri olgunlaşmadan çürüyüp döküldü. Çimenler yeşil yerine sarı ve kahverengine dönüşmüştü. Bütün ağaçların yaprakları koyu kahve siyah ve mora dönüşmüştü. Ağaçların içinden çürüme kokuları geliyordu. Hiçbir meyve ve sebze verimli olmadı ve kirazlar gibi onların da çoğu dalında çürüyerek büyüdü. Bitkiler çürüdükçe oldukları yerde zehirli gazlar oluşmaya başladı. Kayayı gören ilk on beş kişi yangın ve ısıyla açığa çıkan müthiş bir enerjiye maruz kalmış olmalıydı ve bahar bitmeden hepsi aynı zamanlarda kalp ve akciğer sorunları yaşamaya başladı. Kimse olanların hala o nesneden kaynaklandığını akıl edememişti. Herkes başka ülkeleri suçladı ve kimyasal deneyler olabileceğini iddia etti. Fakat aynı şeyler tüm dünyada görülmeye devam ediyordu. En sonunda bazıları taşlara dokunanların ve yaklaşanların benzer şeyler yaşadığını fark etti. Taşların bulunduğu ve geçtiği şehirlerin de benzer şeyler yaşadığını anlamaları çok sürmedi. Hemen ardından daha kötüsü başladı. Taşların yaklaşık 4km çevresi bu şekilde bir çürüme alanına dönüşüyordu bu nedenle oldukları yerler 4km kadar tecrit edilmeye başlandı. Böylece dünya çapında yaklaşık 8 bölgede tecrit alanları oluşmuş oldu ve kasabamız da bunlardan birinin içinde kaldı.

Birkaç yıl içinde dünyayla bağımız koptu. Erzak göndermeyi ve haberleşmeyi azalttılar. Kendimizle yakında tümüyle baş başa kalacağımız belliydi. Bazıları kaçmaya çalıştı fakat buna yeltenenin sonu kötü bitiyordu. Ormanlara artık giremez olmuştuk çünkü yaklaşınca bile zehirden etkileniyorduk. Ve bir gün ormanda garip bir şey görüldüğü şüphesi üzerine gaz maskeleriyle araştırmaya gittik. İşte o zaman olayların bu kadarla kalmayacağını anladım. Ağaçların arasında tıpkı ağaca benzeyen fakat gövdesinin tam ortasında cam muhafazasından çıkartılmış uzaylı kaya parçasını taşıyan gözlerinde ve gövdesinin içinde mavi bir ışık parıldayan tuhaf bir canlı dolaşıyordu. Niyetinin kötücül olduğunu ona bakarken bile hissetmek mümkündü.

Karşımıza çıktığında ne yapacağımızı bilemez halde öylece donakaldık. O da bir süre bizi süzdü. Ardından ona en yakında duran adama sarmaşığa benzeyen dokunaçlarını bir anda fırlatıp boğazından yakaladı ve bir iki saniye içinde onu da kendisine benzer ağacımsı bir yaratığa çevirdi. Adamın bilinci de tamamen onun kontrolüne geçmiş gibiydi. Çok geçmeden kaçmaya çalışan diğerlerini avladı. Ormanın içinden düz bir alana çıkmayı başardığımda peşimden gelemediğini gördüm. Belki de sadece gelmemeyi seçti.

Kasabaya döndüğümde olanları herkese anlattım. Bu olay kasabada bir süredir birilerinin neden kaybolduğunun cevabı gibi duruyordu. Ne yapmamız gerektiğini tam bilemezken bir yandan da dışarıyla iletişim kurmaya çalıştık. Ama kimse cevap vermiyordu. Destek alamazsak teker teker ava dönüşecektik ve en sonunda o şeyin tecrit alanından çıkmayı başaracağından da emindim. Ve daha onun ne olduğunu bile anlayamamıştık. Umarım bu notu birileri okumayı başarır çünkü başımıza ne geleceğini bilmeden bunu dayanıklı olması için plastik bir şişenin içine kapatacağım.

Tecritten sonra 10.04.0005

Luvin Folkhout


MASKE VE GÜLLER

1621'in buz gibi bir kış gününde son kez koridorlarından geçtiği konağın kapıları Fırtınabaşı Tepesi'ne düşen yıldırımlar gibi büyük birer gürültüyle çarparken bundan başka yalnızca kalp atışlarını duyabiliyordu. Bütün o şatafatlı avizeler, altın kaplama vazolar ve mermerler bütün o ipekler ve satenler ve kendilerini zengin yiyeceklerle şişirdikleri etlerinin altındaki cılız kemiklerine rağmen güçlü sanan ve kendinden olmayan herkesi ezip yok ederek bütün haksız yolların kitabını yazan zavallı sürüsünden geriye kalanlar... hepsi ve her şey buz tutmuş bir kızıla boyanmış biçimde hareketsiz duruyordu. Ana kapıya doğru ilerlerken bakışlarını ilerlediği yoldan ayırmadan masalardan birinde duran vazoya tıka basa doldurulmuş kırmızı gülleri tek hamleyle aldı. İçlerinden bir iki gül masaya ve yere düştüğü halde umursamadan sakince yürümeye devam etti. Konağın bembeyaz sütunları ve mermerle süslü merdivenlerinden yine aynı sakinlikte indi. Ne var ki bu bembeyaz giriş bile ona artık cehennem gibi kızıl bir renk olarak görünüyordu. Sokak tenha sayılmazdı. Bir iki kişi çığlıkları duymuş olmalı ki ürkekçe ondan tarafa doğru bakıyor fakat bir yandan da göz önünde olmamak ister gibi adımlarını hızlandırarak yollarına devam ediyordu. Temiz havaya çıkmak kalp atışlarının yavaşlamasına yetmemiş olsa da derin bir nefes alıp gökyüzüne baktı. Gökyüzü de nar gibi parlak bir kırmızıya bürünmüştü. Güneş henüz öğle saatlerindeydi. Adımlarını bozmadan aynı hızda taş döşeli yolda ilerlemeye devam etti. Birbiri ardına dizilmiş evlerin sınırladığı sokakta bir iki köşeyi döndü ve nehir kenarında daha geniş duran sokağa ulaştı. Nehir boyu biraz daha ilerleyip bir iskeleye çıktı ve sonunda durdu. Sular kırmızı bir şarap gibi aheste aheste akıyordu. Bütün renkler ona o andan itibaren böyle görünmeye başlamıştı ve bunun ne kadar devam edeceğini bilmiyordu. Kuş tüyleriyle süslü maskenin ardında gözleri kan çanağına dönmüştü ve gözyaşlarının ne kadar süredir aktığından haberi bile yoktu. Yanında getirdiği gülleri bir çırpıda nehre savurdu. Siena Bemole böyle sessizce bekleyip suya kapılan gülleri izleyerek yasına son verirken onu sadece konaklardan birinde hizmetçi olan annesinin isteği üzerine bir kuyudan su taşıyan küçük bir kız gördü. Kız onun kırmızı ve siyahlar içindeki süslü kıyafetleri ve kuş tüyü kaplı maskesinin ardında kurdele ile toplanmış saçlarına bir süre bakıp neden üzgün göründüğünü anlamaya çalıştı. Uzaklardan çan sesleri duyulduğu sırada çatılardan bir anda havalanan güvercinler dikkatini gökyüzüne çekti. Kısa bir süreliğine kuşları izledikten sonra tekrar Siena'ya bakmak istediğindeyse orada kimsenin olmadığını gördü. Bu kadar hızlı ve sessizce gölgelere kaybolup gitmiş olmasına pek fazla şaşırmadı ve elindeki su kovasını taşımaya devam etti ve akşama yapılan pudinglerden biraz yiyip yiyemeyeceğini düşünmeye geri döndü.

Son


LEİLA

Panik içinde odasına koşup kapıyı ardından kapattı. Nefesi bir türlü düzene girmezken kilidi çevirmeyi son anda akıl edebildi. Sonra işi biraz abartıp aynalı konsolu da kapının önüne itekleyerek güvenceye aldı. Kalbi deli gibi çarpıyordu. Çok geçmeden kapıya dayanan yumruklar nabzına eşlik etmeye başladı. Bu işi bir an önce çözmeli ve her şeyi eski haline getirmeliydi. Yoksa başına neler gelebileceği hakkında en ufak bir fikri yoktu. Kapı yumruklanmaya başladığında korkuyla geriye doğru çekildi. Hareketleri tutuk ve gergindi. Ardından pencereye koşup dışarıya baktı. Ronny'nin aracı aşağıdaydı. Kapıdakinin o olduğunu anlamak için bunu görmesine gerek yoktu gerçi. Başına gelen her şeyi nasıl fark etmiş olabileceğini bir türlü anlamıyordu ama olanlar ortadaydı. Ronny onun yeteneğini fark etmişti. Ve yaşanan her şeyin gerçek olup olmadığını merak ediyordu. Ne kadarının gerçek ne kadarının yazılmış olduğunu bilmek istiyordu. Hem de bu onun beşinci seferiydi. Altı her zaman uğurlu sayısıydı ama bu kez işlerin yolunda gidip gitmeyeceğini bilmiyordu. Bu sefer baştan aldığında hiçbir detayı unutmamalıydı.

Spancer'ın komplosunu geri çevirecek, kazayı önleyecek, Ronny'i kurtaracak ve Brenna'nın sinsi gözlerinden uzak durmayı başaracaktı. Her seferinde bir şeyler ters gidiyordu ve kazayı bir türlü engelleyemiyordu. Kazayı engellese Brenna'nın sinsi planlarına yakalanıyordu. Bu kez de Brenna dolabına sakladığı defteri bulmuş ve yazılanların yaşananlarla aynı olduğunu görünce onu cadılıkla suçlayıp Ronny'nin gözünde küçük düşürmek istemiş hatta Ronny'nin nefret etmesini, ihanete uğramış hissetmesini sağlamak istemişti. Ama Leila hala neler olduğunu tam olarak anlayamıyordu. Ronny'nin hayatını kurtarmıştı. Kazayı engellemişti. Buna minnettar olacağı yerde nasıl olur da nefret dolu şekilde kapısına dayanabilirdi anlamıyordu. Olaylar sırasında yakınlaşmaları ve birbirlerini sevdiklerini fark etmeleri doğallıkla gerçekleşmişti ve buna asla müdahale etmemişti ama artık Ronny bunun da yalan olduğunu düşünecekti. Cadılıkla suçlandığı için yakında peşine başkaları da düşecekti. O nedenle bir an önce hataları bulup düzeltmeliydi.

Yatağının yanındaki çekmeceyi açıp bir defter buldu. Sıradan bir okul defteriydi. İçinde biyoloji notları ve sayfalar arasında bir yıldız haritası vardı. Asıl marifet defterde değildi elbette. Boş bir sayfayı çevirdi. Ardından komodinin üzerindeki lokum kutusunun içini döküp kutuyu yere koydu. Çekmecede bulduğu bir iğneyi parmağına derince batırıp kanını bu kutuya akıttı. Üzerine biraz mürekkep ekledi ve karıştırıp bir tüy kalem yardımıyla deftere yazmaya başladı. Kalem kağıdın üzerinde kayıp harfleri ve kelimeleri oluşturdukça çevresindeki atmosfer değişiyor, bozuluyor ve tüm dünya turuncu bir mürekkebe karışıyordu. Bu sayede olanların hepsini silip yedi gün öncesine gitmeyi başarıyordu.

Bu sihri büyükannesinden öğrenmişti ve ikisinden başka bunu yapabilen hiç kimseyi tanımıyordu. Daima sadece yedi gün öncesine gidebilirdi bu nedenle olayları iyi hatırlamalı ve dikkatli olmalıydı. Yedi gün önce kazadan bir gün öncesiydi ve Spancer hala bunu kurguluyor olmalıydı. Ronny'i bu plandan kurtaracaktı. Bu kez Brenna'ya yakalanmamalıydı. Ayrıca Ronny'in güvenini kaybetmemeliydi. Her şeyi doğru yaparsa bu döngüden sonunda kurtulabilirdi. Bu sefer her şeyin yolunda gitmesini diledi.

Yazmaya son verdiğinde pencereyi kıran bir taşla ne olduğunu şaşırıp şok içinde kaldı. Bu da ne demek oluyordu böyle? Hiçbir şey değişmemişti. Hala az önceki gibi kilitli odanın içindeydi ve kapısı yumruklanıp iteklenmeye devam ediyordu. Pencereye korkarak yaklaştı. Dışarıda Brenna ve Spancer'ın kötülük çetesi "Dışarıya çık cadı!" diye bağrışıyor ve evi taşlıyordu. İçeriye bir taş daha fırladı ve tam yüzünün yakınından geçti. Düştüğü yeri alevler sarınca bunun bir taş olmadığını anlayabildi. Evi onunla beraber yakacaklardı. Sihrinin bu kez neden işe yaramadığını anlamıyordu. Bir kez daha yazmayı denedi ama yine değişen bir şey yoktu. Alevler büyürken ne yapacağını bilmez halde öylece kaldı. Gözyaşlarının yüzünden süzülüp gittiğini fark edemiyordu bile. En sonunda sesler ve alevlerin çıtırtısı birbirine karışıp boğuk bir uğultuya dönüştü. Başı dönüyordu. Herhalde dumandan etkileniyor olmalıydı. Korkudan titrerken kapının gürültüyle açıldığını ve önündeki masayı devirdiğini fark etmedi bile. İçeriye giren kişi onu kolundan tutup sarstı. Ama bunu da algılayamıyordu. En sonunda yüzünde gezinen dokunuşu ve karşısındaki gözleri tanıdı. Ronny onu sarsıp kendine getirmeye çalışıyordu. Leila anlayamıyordu "Bana kızgın değil misin?" diye sordu. Ronny onu ayağa kaldırmayı başardı. Bu sırada kızgın olmadığını ve yine de her şeyi bilmek istediğini söylüyordu. Ama önce buradan çıkmalıydılar. Leila'yı peşinden sürüklemeye başladı. Peşlerindeki liseli cadı avcılarından kurtulmaları gerekliydi. Leila bilincini sarmak üzere olan dumanların arasında onu takip etti. Bu kabustan uyanabilecek miydi?

SON


HARU VE MARAL

Ormanın içinde ses çıkartmamaya dikkat ederek ilerliyordu. Ayın gümüş rengi ışığıyla taçlanan yapraklar ondan aldıkları enerjiyle mavi bir renk yayıyor ve tüm orman masmavi bir büyünün içine düşmüş gibi görünüyordu. Yolunu ateş böcekleri aydınlatıyordu. Ustasından aldığı emiri yerine getirmek için günlerini bu ormanın içinde bitmeyen bir arayışla geçirmişti. Görevini başarıyla yerine getirebilirse ülkeyi büyük bir lanetten kurtaracağına inanılıyordu. Fakat bu yol geçmez ormanın derinlerine doğru daha ne kadar ilerlemesi gerektiğini bilmiyordu. Bu orman o kadar büyüktü ki belli bir yerden sonra haritalandırılması mümkün olmamıştı. Ardında neler olduğu da bilinmiyordu. Böylece ülkenin batı sınırını oluşturuyor ve kuzeye doğru fersahlarca devam ediyordu. Güneyde ise denizle son buluyordu. Üstelik rakımı gittikçe yükselen bir arazisi vardı ve denizden de takip etmek zordu.

Günler geçip ilerledikçe artan yüksekliğin ve yorgunluğun etkisiyle artık üşümesine engel olamıyordu. Üzerindeki zırhın metal kısımları da işi kötüleştirmeye yetiyordu. Sarındığı pelerinin bu metal kaplamanın üzerinden pek bir faydası yoktu. Böyle giderse mızrağını tutan parmakları da donabilirdi. Birkaç gün daha ilerlemeye devam etti. Arada sırada bulduğu yabani hayvanlar ve meyvelerle karnını doyuruyor ve su birikintilerinden faydalanıyordu. Geceleri durmadan ilerlemekse zorlaşmıştı çünkü ateş yakıp enerjisini korumak elzemdi. Çok geçmeden kar yağışı başladı. Çevresi bembeyaz bir düşe dönüştü. Bir tipinin ortasında kaldığında ertesi günün bahar bayramı olduğunu ve Ejder Çiçeği hanının çoktan fenerlerle süslenmiş olduğunu düşündü. Çilekli turtalar ve bayram çöreklerinin kokusunu alabiliyordu adeta. Bu son görevinin bitişini bekleyen sevgili Manolya'sı onun için likörlü ponçik yapmış olmalıydı. Bunun en sevdiği tatlı olduğunu biliyordu. Orada bahar başlıyordu. Fakat kendisi şuan fırtınalı bir kışın içindeydi. Mevsim değiştirecek kadar yükseğe çıkmış olmalıydı.

Manolya'nın hayaliyle ilerlemeye devam etti. Görevini başaracak ve ülkenin üzerindeki laneti durduracaktı böylece büyük usta sözünü tutup yeminini bozmasına ve savaşçılıktan emekli olmasına izin verecek böylece sonunda kalıcı bir ev edinip bir de minik bir han işleterek sakin bir yaşama ve sevgili Manolya'sına kavuşacaktı. Küçükken bu işte ustalaşırken böylesine ağır sorumlulukları olacağının farkında değildi. Artık denizaşırı görevlere gidecek gücü yoktu. Böylece düşlerle devam ederken havanın biraz daha ılıman olduğunu fark edemedi. En sonunda fırtınalar ve kan donduran kar katmanı yavaşça bitti. Arazinin hala yükseldiği aşikardı. Buna rağmen havanın burada nasıl daha iyi olduğuna anlam veremedi. Ve etrafını yine ateş böcekleri sardı. Orman yeniden maviye dönüştü. Yine bir gece vaktiydi ve dinlenmek yerine merakla ilerleyip etrafı dikkatle süzdü. Önce çok anlayamasa da ormanın içinde bir periye aitmiş gibi duran bir ses belli belirsiz şarkı söylüyordu. İlerledikçe ses yükseldi. Ses yükseldikçe sahibinin kim olduğunu merak etmenin verdiği etkiyle koşmaya başladı. Yapraklar ve dallar üzerinde adımlarının yarattığı çatırtıları fark etmiyordu bile. Hipnoz olmuş gibi sese koşmaya devam etti. Sonra bir anda karşısında Maral'ı buldu.

Şerli ruh kehanetteki gibi bir maral formunda başı ağaçların tepesi hizasında geziniyordu. Ses Maral'ın kendisinden geliyordu. Görevi ise onu yok etmekti. O ülkeyi yok etmeden önce. Ama böylesine güzel bir şeyi yok etmek canilik olmayacak mıydı? Böylesine güzel bir peri şarkısına sahip hangi yaratık gerçekten şer dolu olabilirdi. Maral'ın görkemi ve işittiği şarkı donup kalmasına neden olmuştu. Kehanet yanlış olmalı diye düşündü. Böyle bir şeyin içinde kötülük barınamazdı. Yıllardır düşlerine giren ruh gerçekte daha muazzamdı. Kehanet merkezinde rüyasını yorumlayanlar laneti bitirecek olanın kendisi olduğunu söylemiş ve ustalar bu görev için onu bu yüzden seçmişti. Ama buna devam edemeyeceğini hissediyordu. Mızrağı parmaklarının arasından kayıp yere düşerken gözlerini Maral'ın gözlerinden alamıyordu.

İçinden koşup ona sarılmak ve tehditkar şekilde buraya geldiği için özür dilemek geçiyordu. Yaratığın mucizevi görüntüsü ve yaydığı huşu ile gözyaşlarının süzülmesine engel olamıyordu. Ülkede adı duyulmuş birkaç savaşçıdan biriyken yüreğinin ilk defa böyle titrek ve ürkek olması ve görevine karşı gerçekleştiriyor olduğu ihanet karşısında şok içindeydi. Fakat Maral'ın bakışlarından içine akan sevgiyle şu dakikadan itibaren bıraksınlar onu yok etmeyi bunun için gelenlere karşı canıyla bile savaşırdı artık. İşin kötü tarafı Maral'ı avlamak için gidip de geri dönen kimse olmamıştı bu yüzden hepsinin Maral tarafından yok edildiğine kanaat edilmişti. Yani bu durumda alacak pek fazla nefesi kalmadığının farkındaydı.

Bu karmaşık düşüncelerle donup kalmış olmasına rağmen Maral ona yaklaşmaya devam etti. Şarkı artık susmuştu. Maral onun buraya geliş nedeninin farkındaydı. Gözlerine bakınca her şeyi çözmüştü. Fakat şimdiki kafa karışıklığını ve ruh halini de okuyordu. Onun niyetinden vazgeçtiğini biliyordu. Birden göklerden mi geldiğini anlaşılmayan bir ses yankılanarak işitildi "Seni bekliyordum." Bunun karşısında bir kez daha şaşkınlığa uğradı. Hem karşısındaki ruhun konuşmasını beklemiyordu hem de onun tarafından bekleniyor olmasını. "Bu da ne demek böyle?" diye sordu. "Beni neden bekliyordun? Rüyalarımdaki sahiden sen miydin?" diye ekledi. Maral hemen cevaplamayı lüzum görmedi. Haru bu kez de "Ben buraya bir laneti bozmak için gönderildim. Ama artık bunu nasıl yapacağımı bilmiyorum. Bana yardım edemez misin?" diye sordu. Böylesine büyülü ve güçlü bir ruhun istese lanete son verebileceğine inanıyordu. Belki de tek gereken şey onunla savaşmak yerine rica etmekti. Belki de ustalar ve kahinler yanılmıştı.

"Yanıldılar." diye onayladı ruh. "Lanetin sebebi ben değilim. Ben çözümüm." diye ekledi. Haru tam olarak anlayamıyordu. "Yani yardım edecek mi?" diye merak ediyordu. Peki onun tarafından gelmiyorsa ülkenin üzerindeki lanet neyin nesiydi? Maral aklındaki soruları elbette anında okuyabiliyordu. "Yeryüzünde kalan son doğa ruhu benim." diye açıklamaya başladı Maral. "Kardeşlerimin hepsini tutsak eden bir büyücü yüzyıllardır saklandığım yeri keşfetti ve şimdi hedefinde beni de almak var. Beni ararken dikkati sizin refah içindeki ülkenize de kaydı. Çünkü prensesiniz doğarken yaşaması için kraliçenin silahsız şekilde beni bulup saf ve temiz bir kalple istemesi üzerine bebeğe sihrimden bir parça armağan etmiştim. Prenses doğa tarafından kutsandığı için içindeki güç muazzam fakat tek başına kontrol etmesi çok zor olduğu için kalbine mühürlenip kilitlenmiş durumda bu güç. Farkında bile değil. Büyücü ise şimdi keşfettiği o gücü de istediği için alana kadar durmayacak. Sana gelince.. Kaderin sandığın kişi ile değil prensesle bağlı ve dolayısıyla da benimle. Çünkü hem ülkeni ve dünyayı hem de prensesi ve beni büyücünün elinden ancak ruhlarımızı birbirine bağlayarak oluşturacağımız ittifakla kurtarabileceğiz. Bu kader. Doğanın sihrini elinde tutan karanlığa karşı çoktan yazılmış bir oyun bu. Eğer başarılı olursak kardeşlerim kurtulacak ve yeryüzü eskisi gibi sihirle dolacak. Şimdi Haru, Doğa tarafından düzenlenen anlaşmamızı kabul ediyor musun?"

Haru pek fazla düşünecek halde değildi. Duyduklarını anlaması bile zordu. Tek düşündüğü Manolya'ydı. Ne demekti kaderin o değil? Ah Manolya.. Bu işte yanlışlık olmalıydı. Maral yanılıyor olmalı veya onu kandırıyor olmalıydı. "Seni ahmak!" diye gürledi Maral. "Prenses ile olan kaderini yalnızca benim bildiğimi mi sanıyorsun? Onun gücünü açığa çıkartması ve karanlığı yenmesi için yanında olman amacıyla seni tasarlayan Doğa idi. Seni kutsal rahibenin bulmasını sağladı ve bu sayede güçlü bir savaşçı olmak üzere eğitilmen için gerektiği gibi savaş okuluna verildin. Ve yazgını hisseden kahinler enerjini doğru kullanman için seni büyük ustanın emrine verdi. Hepsi planlanmıştı. Bunu karanlığa hizmet eden o büyücü de biliyor ve öğrendiğinde peşine Manolya'yı taktı. Korsan saldırısında prenses ile karşılaşmana mani olup kaderinizle oynadı. Manolya sıradan bir genç kız değil gölgenin kendisi ve sen bunu göremiyorsun. Mecazi değil sahiden bir gölge o. Bırak sana göstereyim." Maral gözlerini kapattı ve bir rüzgar esmeye başladı. Harunun etrafını küre gibi bir hava akışı sardı. Esinti o kadar kuvvetliydi ki nefes alması mümkün olmadı ve bir anda kendinden geçti. Gözlerini açtığında bir anının içindeydi. Elini tutan biri olduğunu fark etti. Ona baktığında majesteleri prenses olduğunu gördü. Fakat sesini duyunca onun aslında Maral olduğunu anladı. "Çok fazla şaşırma. Prenseste benim sihrim var. Anlayamayacağın şekilde biz aslında aynı kişiyiz. Yani ben hem Maral hem de prensesim. Ruhumuz onunla karıştı. Ama asıl önemli olan şuan sana geçmişteki bir anını gösteriyor olmam." dedi ve onu tutup geçmişte Manolya ile sokakta yürüyen Haru'nun peşinden ilerletti.

O gün güzel bir gündü. Hasat kutlamaları yapıldığı için şehir merkezinde etkinlikler oluyordu. Bütün gece oralarda eğlendikten sonra şimdi Manolya'yı evine bırakıyordu. Manolya simsiyah saçına taktığı erguvan çiçeği ve ay gibi beyaz teninde zarifçe duran sarı elbisesiyle peri gibiydi. Evi şehrin dışında kırsal bir alandaydı. Bu nedenle onu evine şehirde kiraladığı bir at arabasıyla götürmüştü. Maral onlar arabaya binerken elinden tutup çekiştirdi ve zaman hızlandı. Şimdi de Manolya'nın evinin oradaydılar. Ev dışarıdan çok ıssız görünüyordu ama Manolya ailesinin uyuyor olduğunu söylemişti. Bu nedenle içeride ışık yanmıyordu. Rahatsız etmemek için gürültü etmeden gitmeliydi. Bahçe biraz bakımsızdı. Pencerelerin de kırık olduğunu görmüştü. Manolya için buraya bir pencere tamircisi göndermeye karar vermişti o anda. Eve çok yaklaşmadan vedalaşmışlar ve Haru arabayla geri dönmüştü. Maral elini tuttuğu Haru'yu Manolya'nın peşinden sürüklemeye devam etti. At arabasında gitmeye hazırlanan Haru da Manolya'nın içeriye girmesini bekliyordu. Manolya kapıyı açıp içeriye girdi. Maral ve Haru da peşinden gitti. Fakat kapı kapanır kapanmaz Manolya, o güzelim menekşe rengi gözlere ve simsiyah saçlara sahip olan ay yüzlü Manolya bir anda bir gölgeye dönüştü. Havanın içinde dağılıp bozulan binlerce dokunacı olan kapkara bir yaratıktı. Ev uzun zamandır terk edilmiş görünüyordu ve her yerde tıpkı Manolya'nın dönüştüğü yaratığın formuna benzeyen yapış yapış ve kımıl kımıl bir madde kaplanmıştı. Duvarlar, yer ve eşyaların üzeri ve yerde duran bir iskelet gölgeye ait bu madde ile kaplanmıştı. Manolya'da olduğu gibi bu maddeden de bir sürü dokunaç havaya uzanıyor ve etrafını yokluyor sonra havaya karışıp yok oluyor yerine yeni bir dokunaç peyda oluyordu. Bugüne kadar buna benzer hiçbir şey görmemiş olan Haru korku ve şok içinde bir çığlık kopardı ve bu sırada da Maral'ın elinden kurtuldu. Ani bir rüzgarın ortasında kalıp kendinden geçti. Maral'ın elini bırakınca anı ile kurdukları bağ kopmuştu. Yeniden gözlerini açtığında ormanda ruhsal formunda onun başında bekleyen Maral'ın karşısındaydı.

Olanlar inanılacak gibi değildi. Ama bir yanı da hepsinin gerçek olduğunu hissediyor adeta biliyordu. Yaşadığı ihanet karşısında kalbi acı içindeydi. İşin kötüsü onu kandıran sıradan bir kız değil korkunç bir yaratıktı. Maral'ın zihniyle oynamadığını ve sahte şeyler göstermediğini biliyordu çünkü buna karşı da eğitilmişti. Öğrendiği şeyleri tek tek hazmetmesi zaman alacaktı. Doğa'nın onu tasarlaması ve savaşçı olmasını planlaması, Manolya, prenses ve Maral her şey çok fazlaydı. Vücudu titriyor ve enerjisini kaybediyordu. Dizlerinin üzerine çöküp yerdeki çimenleri avuçladı. Topraktan yeniden enerji bulabilmeyi umuyordu. Sonra ruh formunu bırakıp yeniden prenses gibi görünen Maral'ın başına dokunmasıyla kendine geldi. Şimdi titremesi geçmişti. Başını kaldırıp Maral'ın gözlerine baktı. Onu ilk gördüğü zamanki gibi büyüleyiciydiler. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu ama ona inanıyordu. Bu sırada Maral da onun gibi diz çöktü ve ellerini tuttu. Haru'nun artık anlaşmayı kabul ettiğini ve hazır olduğunu biliyordu. Bir eliyle Haru'nun gözyaşlarını sildi. Ardından "Öyleyse her şey Doğa'nın tasarladığı gibi olacak. Şuan ettiğimiz yemin ve anlaşmayla sihrimin kalanını sana bırakıyorum. Yeniden buluşuncaya dek.." dedi ve Haru'ya bir öpücük verdi. Ve Maral rüzgara karışan polenler gibi dağılıp yok olurken sihrini Haru'ya bıraktı. Karanlığın durdurulması için kendini feda etmişti. Artık Haru ve prensesin içinde güçlenen sihri bir araya geldiğinde karanlığı yok edebileceklerdi. Haru üzerindeki güç ve travmanın ağırlığı karşısında günlerce yol kat edip yorgun düşmenin de etkisiyle kendinden geçti.

Son