31 Aralık 2020 Perşembe

ŞEKER PERİSİ

 





Minikken ben de anne babamdan ceza alıyordum, birçok ailede olduğu gibi. Ödül ve ceza yöntemi. Akşam bebeklerimle oynamaya dalınca veya televizyon izlerken annemler hadi yat deyince gitmiyordum bir türlü yatağa.

Hep derdim, siz oturuyorsunuz, ben neden yatıyorum. Biz yetişkiniz sen çocuksun. Böyle deyince de bir şey anlamıyordum tabii. Siz çocuksunuz ben yetişkinim diyordum. Böyle böyle televizyon cezası alıp zorla yatırılıyordum.

Yine böyle bir akşamda zorla yatırıldım. Bir süre sonra ben uyuklamaya başladığımda kardeşim yanıma geldi. Elinde de renkli şekerler, avucunun içinde üç beş şeker. Yanıma yattı, şekerler elinde o da uyumuş yanımda.

Şekerler yatağa düşmüş elinden. Geç saatlerde annem kardeşimi yanımdan alıp yatağına yatırmış. Sabah uyandım. Baktım yatakta şekerler var. Hemen koştum babamın yanına. Baba dedim, gece şeker perisi gelmiş, bana şekerler getirmiş. Buna gerçekten inanıyordum. Hala da inanıyorum zaten perilere.

Annem babam söylemedi o zaman bana bir şey. Gülüp geçmişlerdir o anda. Sonra söylediler tabii, kardeşin getirmiş sana akşam diye, ben yasaklıyım, cezalıyım diye en sevdiğim şeyi getirmiş. Zaten hala da en sevdiğim şeylerden.

Şeker perisine, zamanla muz perisine, kek, barbi bebek perisi, toka perisi, bütün perilere inandım. Her şey perilerin başının altından çıkıyor. Bütün güzel şeyler onlardan geliyor. Perilere inanmak hep iyi geldi bana. Onlar hayatımı kolaylaştırıyordu.

Şimdi de şans perisine sesleniyorum. Dua perisi de yanımda. Şeker perisinin getirdiği renkli minik şekerler gibi tatlı ve renkli bir yıl olsun bütün herkese.

30 Aralık 2020 Çarşamba

KELİME OYUNU 2






LYMORA

Kadimler her canlının bir ruhu olduğuna inanır, canlıların ruhunun, tanrılar toprağa ayak bastığında dünyaya bahşedilen yaşam enerjisinin birer parçası olduğunu düşünürlerdi. Kadimler arasında bazıları yaşam enerjisini ve canlıların ruhlarını anlayabilirdi. Fakat şehirlerde yaşayanlardan ziyade yabanda yaşayanların kendine özgü bazı güçleri de vardı. Biri bulutların gizemini anlar ve onları yönetebilirdi. Biri böceklerle konuşabilirdi. Bir diğeri kuşlarla iletişim kurardı. Hatta birisi inatçı bitkilere bile çiçek açtırabilir ve ağaçları yemişlerle donatabilirdi. Bu yeteneklere kimin ne zaman sahip olacağını kimse bilemez hatta bazen yeteneğini keşfetmeden yaşayıp gidenler olurdu. Bir yetenek bazen yeni doğan bir başka kadime geçtiğinde tekrar keşfedilene kadar herkes bundan mahrum kalırdı.

İşte tam da bu sebepten dolayı tam yüz yıldır hiç kar yağmamıştı. Her yerde bu yeteneğe sahip olan kişiyi aramış ama bir türlü onu bulamamışlardı. Kar yağmadığı için her sene ilk kar görüldüğünde tutulan dilekler tutulamamış, kar yağınca yapılan tarçınlı kurabiyeler yapılamamış ve tarifi neredeyse unutulmuştu. Ve kar olmadığı için yılbaşı kutlamaları yüz yıldır yapılamamış bunun sonucunda yeni yıla hiç geçilememişti. Kardanadam ruhu yüz yıldır çağrılmayı bekliyor fakat kar olmadığı için ruhu boşlukta süzülüyordu. Herkes yüz yıldır kışa, kara ve yılbaşına hasret kalmıştı.

Lymora, kadimlerin soyundan geliyordu. On yedi yaşındaydı ama insan yaşıyla tam yüz yirmisinde sayılırdı. Kadimler için zaman farklı işliyor ve çok yavaş yaşlanıyorlardı. Günlerini kedisiyle beraber tepedeki söğüt ağacının altında keman çalarak geçirirdi. Fakat kimseye söyleyemediği bir sırrı vardı. Zaten istese de söyleyemezdi çünkü fersahlarca ormanın ortasında büyükannesiyle tek başlarına yaşıyorlardı. Çevrelerinde başka hiç kimse yoktu. En yakın komşu fersah fersah uzaktaydı ve onunla görüşebilmenin tek yolu ayda bir kez gelen leylekleri kaçırmamaktı. Onlardan rica edip taşıdıkları sepetler sayesinde uzun yolculuklar yapılabiliyordu. İşte bu yüzden Lymora çok yalnız büyümüştü. Onunla arkadaşlık eden bembeyaz kedisinden başka bir de ateşböcekleri vardı. Bazen onları sırtına bir pelerin gibi giyerdi. Ateş böcekleri hemen etrafını kuşatır ona eşlik ederdi. O zaman buz gibi soğuk ve solgun cildini bir sıcaklık kaplardı. Bebekliğinden beri cildi hep solgun ve buz gibiydi. Ne zaman keman çalsa kendini daha iyi hissederdi. Ama bunu da tek başına yapmayı tercih ediyordu çünkü bazen kontrolünü kaybedip bir rüya haline geçiyor ve öyle derin düşlerden bir melodi çalıyordu ki notalarının büyüsünü en bilge kadim bile duysa tanıyamaz ve hissettiği duyguyu ifade edemezdi. Sanki bir yağmur uykusu ve anne ninnisi gibi bir his duyulurdu her notada.

Ama asıl saklandığı şey böyle derin ve kadim ezgiler çalmaya başladığı vakitlerde olanlardı. O zaman etrafındaki hava ufak ufak dalgalanır, masmavi gözlerinde okyanuslardaki ay ışığı gibi bir parıltı belirir, bembeyaz saçları rüzgarda dağılırken etrafındaki hava birden soğumaya başlar ve çevresindeki her şey yavaşça buza dönüşürdü. Bu şekilde söğüt ağacının ve etrafındaki çiçeklerin buz kristalleri ile kaplanıp donduğunu görmek onu çok korkuturdu. Üstelik bu beyaz, soğuk ve ıslak maddenin ne olduğunu bile bilmiyordu. Buna devam ederse tüm dünyanın bu maddeyle kaplanacağını hissettiği için korkuyla keman çalmaya son verir ve bundan büyükannesine bile bahsetmeye cesaret edemezdi. Ama ne zaman keman çalsa ruhunun ısındığını hissederdi. Bu yaptığı şeyin korkunç olduğunu düşünmesine rağmen yüreğinde o tatlı sıcaklığı duyabilmek için parmaklarını tellerin üzerinde gezdirirken yayını kaydırmaktan ve çıkan ezginin büyüsünden kendini alamaz fakat büyüye kapılmamak için dikkat etmeye çalışırdı. Büyürken kimse ona kıştan, kardan ve yıllardır duyulan hasretten bahsetmemişti. Eğer bunları biliyor olsaydı kendisinde Kış Ruhu olduğunu anlar ve bundan hiç korkmazdı.

Zaman böyle akıp giderken Kardanadam Ruhu boşlukta gezintisi sırasında Lymora'yı görmüştü. Ama sesini ona bir türlü duyuramıyordu. Bunun için aklına gelen müthiş fikirle Rüya Perisi'ne derdini anlattı. Rüya Perisi bir kelebeğin bedeninde hayat bulmuştu. Ve kısacık bir hayat döngüsü vardı. Her yeni bedenden bedene geçişinde bir önceki yaşamında neler olduğunu anımsamazdı. Bu yüzden acele etmesi gerekiyordu. Bir gece Lymora'nın penceresinden içeriye süzülüp alnına kondu ve rüyalarına dokundu. Tıpkı Lymora'nın gözleri gibi masmavi kanatları vardı. Etrafına pırıltılar saçıyordu. Lymora'ya uykusunda tıpkı bir film gibi çağlar boyunca var olmuş olan Kış Ruhu'nun yolculuğunu gösterdi. Ve en sonunda uyanması için onu serbest bıraktı. Lymora gözlerini açarken peri bu kez pencere önünde ve ay ışığı altında duran kemanın üzerine kondu. Lymora kendini hiç olmadığı kadar bilge hissediyor ve artık Kış Ruhu'nun bütün yaşamını biliyordu. Ruhuna aydınlık bir kavrayışla bir sıcaklık dolmuştu. Artık ne yapması gerektiğinden emindi. Hemen kemanını aldı ve evden çıkıp söğüt ağacına koştu. Üzerinde beyaz geceliği, bembeyaz saçları ve peşinden gelen beyaz kedisiyle Kış Ruhu'nun ta kendisine dönüşmüştü. Ateş böcekleriyse bastığı yemyeşil taze otların arasından fırlayıp ona katılıyor ve etrafında dans ediyor olacakları anlamanın coşkusuyla etrafında dans ediyordu. Lymora heyecanla ve bu kez hiç korkmadan ruhuna düşlerden düşen notaları çalmaya başladı. Bu sırada Rüya Perisi saçlarının arasında mavi bir yıldız gibi parıldıyordu. Lymora da çevresine ay ışığı saçıyordu. Rüzgar hareketlendi ve ezgiyi gittiği her yere taşıdı. Etrafındaki hava soğudu ve yayıldığı her yere önce kırağı düştü ardından da ıslak yerler buz tuttu. Bu hava en sonunda göklerdeki bulutlara kadar ulaşınca minik beyaz pamuklar gibi kar taneleri düşmeye başladı. Lymora gördüklerine inanamıyordu. Dünya kışa bürünürken içinde tuttuğu tüm soğukluğu sonunda serbest bırakması sayesinde artık ısınabildiğini hissediyor ve yanaklarına ilk defa bir pembelik geliyordu.

Sonunda Kardanadam yüzyıllık yalnızlığından kurtulabilecekti. Ve yüzyıllık uykusundan uyanan kış görenleri hayretler içinde bırakmış, herkes düşen beyaz çiçeklere benzeyen kar tanelerinin altında koşup dans etmeye başlamıştı. Sonunda yılbaşı kutlanabilecek ve yağan ilk kar dilekleri tutulabilecekti. Tarifi hatırlayan son kişiler büyük heyecanlarla tarçınlı kurabiyeler yapıp dağıtabilecekti. Böylece Lymora Kış Ruhu'nun görevini yerine getirmiş ve ruhunu tatlılıkla kaplayan sıcaklık sayesinde hiç yaşamadığı bir huzur hissetmişti.

Saçlarındaki Rüya Perisi de döngüsünü tamamlamıştı. Soğuğun da etkisiyle bu biraz daha erken gerçekleşmişti. Saçlarından kayıp düşerken Lymora kemanını usulca bırakıp onu avuçlarına aldı. Ve kim olduğunu bulmasına yardım ettiği için ne kadar minnettar olduğunu fısıldadı. Onun yeniden bir yerlerde ortaya çıkacağını ve rüyaları güzelleştireceğini biliyordu. Peri avuçlarında yıldız tozuna dönüşürken güvenle yolculuk etmesi için dilek tuttu ve onu uğurladı. Karların içinde yuvarlanan kedisi bu kez ayaklarına dolanırken masmavi gözlerini göğe çevirip birbirine hiç benzemeyen kartanelerıni mutlulukla izledi. Bu sırada etrafı büyükannesinin pişirdiği mis gibi tarçınlı kurabiye kokusu sarmıştı.

Son


SERÇELER

Mucize kelepçelenmiş yüreğimize

Dilimizde şen bir ıslık gecelerce

Uçar dururuz mavi kanatlar eşliğinde

En tatlı bisküvilerin hep peşinde

Minik tatlı serçeleriz biz

...

Bu şiiri hep bir ağızdan okudu yeni mezun olan serçeler. Bir anlık sessizliğin ardından kendini kaptıran gençlerden birinin dalgınlığı bir kahkaha dalgası yarattı.

"lalaa tatlı tatlıı serçeleriiz biizz"

Yüksek bir dalda duran Kraliçe Serçe Fesleğen Çiçeği, kendisi de gülmesini bastırıp tekrar ciddiyeti eline aldı. Hepsinin yüreğinde parlayan ışığı görebiliyordu. Derin bir nefes alıp onlar için şans dileğini taşıyan uzun bir çığlık kopardı. Bu sırada hepsini kucaklarcasına kanatlarını açmıştı. Kanatlarını hızla geri indirirken ıslığı andıran çığlığını da bir anda kesti. Kanatlarının etkisiyle bir rüzgar hareketlenmiş her yeri fesleğen kokusu sarmıştı. Bu onun aurasıydı ve kraliçe olmanın verdiği bir güçle rüzgarı yönetebiliyordu.

Kraliçenin duası biter bitmez taze mezunlar çığlıklarla karşılık verip kanat çırparak sevinçlerini belirttiler. Hemen ardından kanatlarının hızını hiç kesmeden üzerinde durdukları ağaçtan sırasıyla uçtular. Kutlama bitmişti. Artık onlar da birer Arayıcı olmuştu. Gidebildikleri tüm mesafelerde dolaşarak kavga etmeden, kibirlenmeden, kıskançlık ve taşkınlık etmeden bulduklarını önce küçükler sonra yaşlılar ve birbirleriyle paylaşacaklardı. İşte böyle neşeyle, kendilerinden öncekiler gibi şiiri bir marş gibi cıvıldayarak, mavilikler içinde kanat çırpmaya devam edeceklerdi.

Son


SÜTLAÇ GÜZELİ

Sıcak bir yaz günüydü. Her yer hanımeli ve limonata kokuyordu. Pencerelerden akşam yemeği için kaynayan tencerelerin , tavaların sesleri geliyordu. Henüz gün akşam olmaya başlamamıştı. İkindi bile sayılmazdı. Evlerin önünde koşturup oynayan çocuklar, balkonlarda ve camlarda sohbet eden teyzeler vardı. Bir balkonda çamaşır asılıyordu. Teyze her çamaşırı üç kez sertçe çırpıp uçlarından özenle asıyordu. Astığı gömlekler beyazdan bile daha beyazdı. Herhalde o şekilde kuruyunca ütülenmiş gibi çıkarlardı.

Manavın önünden geçerken her zamanki gibi taptaze kavun, karpuz ve çilek kokularından bir banyo yaptım. Bazen oradan geçerken manav Asım amca çilek ikram ederdi. O yüzden mahalledeki bütün çocuklar adımlarını oradan geçerken yavaşlatırdı. Oğlu Dora ve kızı Şimal sınıf arkadaşımdı. Akşam olmadan onlarla buluşup bilye oynayacaktık. Bu yüzden yanıma aldığım bilyeler elbisemin sarkan cebinde şıkırdıyordu. Ama önce babamın yanına uğramam gerekiyordu. Çoktan geç kaldığım için koştur koştur gidiyordum.

Elimde mavi bir balon. Rengi gökyüzünü kıskandırır gibi aheste aheste salınıyordu. Gökyüzü ona imrenir, o kuşlara. İlk defa o gün bir uçan balonum olmuştu. Böyle bir şeyi her gün bulmak mümkün değildi o zamanlar. "Merak etme.." dedim mavi balona, "Biraz oynayalım seni özgür bırakacağım bir güvercin gibi". Ne kadar sevsem de onu, üzülmüştüm tutsak haline.

Duygusal bir çocuktum sırf bu yüzden biraz da çocukluğun verdiği şaşkınlıktan anneannemin tavuklarını da hep salıverirdim özgür kalsınlar diye. Dayımın güvercinlerini, dedemin yakaladığı tavşanları hep serbest bırakırdım. Kimse bilmezdi benim yaptığımı çünkü korkardım söylemeye. Ama bir gün anneanneme yakalanmıştım. Tavşanlar güvercinler neyse de tavuklar tek başına yaşayamaz, koruyamaz kendini, açma bahçe kapısını bir daha demişti. Bahçede dolaşabiliyorlar ama tel örgülerden uçup gidemiyorlardı.

Yokuşun aşağısındaki merdivenlerin başına vardığımda peçeli güvercinlerden ikisinin çatıların üzerinde uçuştuğunu gördüm. Bu sabah yine bırakmıştım onları. Ama inadına geri dönüyorlardı. Herhalde gidebilmeyi unutmuşlar diye düşündüm. Balonun ipini belime bağladım ve merdivenlerden tutuna tutuna indim. Dar ve dik taş basamaklar metrelerce aşağı kadar devam edip orada sahil yoluna çıkıyordu. Yüksekten korktuğum için ne zaman bir merdivenden insem tutuna tutuna iniyordum. Balon adımlarımla uyumlu salınıyor, gölgesi başımın etrafında komik bir şemsiye gibi yerde oyunlar yapıyordu.

Oraya vardığımda babam bankonun ardında defterine notlar alıyordu. Fotoğraflardan artan zamanlarda hep bir şeyler yazardı. Genellikle şiirler ama bazen minik hikayeler karalardı. Çoğu zaman da günlük yazardı. Neler yazdığını bana okutmaz ama pek keyifli olduğu zamanlarda benim için yazdığı minik hikayeleri okurdu. Onun sesinden dinleyince en normal hikaye bile mucizevi bir masal olurdu. "Bu sefer mavi olmuş baba.. bu sefer sarı.. bu kez de yeşil bir hikaye olmuş" derdim. Beğenimi renklerle söylerdim. Ama iyi ya da kötü olmuş demekten ziyade hikaye bana ne hissettirdiyse rengi o olurdu. "Bu kez böğürtlen gibi olmuş baba tatlı ama ekşi.."

İçeriye girdiğimde birkaç kelime daha yazıp defteri kapatmadan önce sesimi çıkartmadım. Yüzüme bakıp gülümsediğinde ben de kocaman gülümsedim. Yanıma gelip iki yandan sıkıca bağlanıp kocaman kurdeleler iliştirilmiş olan saçlarımı okşadı ve sırtımda gittikçe ağırlaşmış olan çantayı aldı. İçinde bir sefer tası vardı. Her gün bu saatlerde ona yemeğini getiriyordum. "Bugün menüde ne var bakalım?" diye sordu. Annem mis gibi sarma yapmıştı. Yanında tarhana çorbası ve sütlaç.

O bunların hepsini bankonun üzerine hazırlarken ben de etraftaki makinelere ve fotoğraflara bakıyordum. Bütün o sahneler ve yüzlerin çoğunu ezberlemiştim. Hepsiyle ilgili de hikayeler uydurmuştum. Bir tanesi hastalıkları süper gücüyle iyileştiren bir uzaylı doktordu. Uzaylı olduğunu gizlemek zorundaydı. Bir tanesi gizemli bir ülkenin prensesiydi. Bir başkası kesinlikle bir vampir olmalıydı. Bir aynanın önünde elinde kıpkırmızı bir elmayla poz veren kadın Pamuk Prensesin kötü kalpli annesi olabilirdi.

Ben etrafı incelerken babam tatlıyı yemem için seslendi. Hep tatlıyı bana bırakırdı. Sütlaç da en sevdiğim tatlıydı, bu yüzden bana Sütlaç Güzeli derlerdi. O yemeğini yerken ben de sütlacı keyifle yiyordum o gün. Tatlıya o kadar dalmışım ki babamın ortadan kaybolduğunu fark etmemişim bile. Çıtırt diye bir sesle yerimden sıçrayıp ardıma baktığımda onu fotoğrafımı birkaç kez çekerken buldum. İşte sarı pileli elbiseme damlata damlata yediğim sütlaç, belime bağlı duran mavi balon ve ağzımda kaşıkla durduğum bu fotoğraf böyle bir günün hatırası.

Son


LİMON ÇİÇEKLERİ

Bembeyaz sahilde uyandığında yüzünde hala maskeli balodan kalan kedi maskesi vardı. Güneş yüzünün açıkta kalan yerlerini bronzlaştırmıştı. Maskeyi çıkarttığında ne kadar komik göründüğünün farkında bile değildi. Biraz başı ağrıyordu. Yine de tuzlu denizin eşsiz kokusu ve masmavi rengi sayesinde uyanmak için müthiş bir yerde olduğunu düşündü. Ah İbiza, Akdeniz'in incisi.. Böylesine sessiz ve ıssız, safir rengi denizi ve bembeyaz kumlarıyla bu yer tam da bir romana yakışır diye düşünecekken sağdan soldan üzerine doğru gelip onu görünce gülmeye başlayarak bir süre arkalarına baka baka uzaklaşan turistleri fark edince ne olduğunu şaşırdı. Herkes yüzündeki maske izine ve başındaki kedi kulaklarına bakıp krizlere giriyordu. Henüz ilkbaharın başları olduğu için güneşe rağmen üşüdüğünü hissetti. Üzerinde uyuduğu pelerini yerden alıp sarınacakken pelerinin üzerine bırakılan minik bir dala tutunmuş limon çiçekleri buldu. Peki bu çiçekleri oraya kim bırakmıştı? Pek bir şey hatırlamıyordu. Aslında en son baloya katılmak yerine peşinde onu kovalayan birilerinden kaçtığını biliyordu. Hatta amacı baloya katılmak da değildi bu bir gizli görevdi. Fakat şu an kimliğini bile tam olarak hatırlamasına engel olacak kadar ne gelmiş olabilirdi başına? Bu çiçeklerle bir ilgisi olmalıydı. Pelerini ve çiçekleri alıp sahilin gerisinde yükselen otele doğru yol aldı. Belki orada onu tanıyan birileri çıkardı ve bu gizemi çözmenin bir yolunu bulabilirdi. Başında hala kedi kulakları, sırtında siyah pelerini ve elindeki maske ile ve limon çiçekleriyle emin adımlarla ilerledi...

Son


GÜL VE GÜVERCİN

"Sen bu satırla ruhumu ince ince kıyarken bir veda bile etmeden parmak uçlarımda sessizce gideceğim sevilmediğim bu yerden..."

Spot ışığı yüzünü ve çıplak omuzlarını yakarken incecik tüllerle kaplı elbisesinin eteklerini ve kollarından tutturulmuş başka tülleri savura savura konuşmak için ara vermiş olduğu trajik bir dansı sürdürdü. İzleyicilerden birinin deyimiyle doğum sancısı çeken bir kuğuya benziyordu bu da nasıl bir benzetmeyse. Sahnenin bir önünde bir arkasında acı çeken ruh halinin dışavurumuyla dans ederken bazen havalara sıçrıyor bazen cenin gibi içine kapanıyor yeri geldiğinde kollarıyla çiçek gibi açıp vücudunu yay gibi gererken yeri geldiğinde de fırtınada savrulan bir yaprağa dönüşüyordu. Müziğin de bu dramatik sahneden geri kalır yanı yoktu.

O sırada ikinci spot ışığı maskeli bir karakterin üzerinde yanıverdi. Smokinli şövalye gibi simsiyah giyinmiş bu pelerinli şahsın bir elinde yay diğer elinde upuzun saplı kırmızı bir gül vardı. Dramatik ve sakin adımlarla sahnenin bir ucundan diğerine giderken bakışları dans eden kuğu kadının üzerindeydi. Müzik gerilimi arttırırken maskeli şövalye yayını gerdi. Ve gül bir ok gibi yaydan fırlayıp beyazlar içindeki kadını göğsünden vurdu. Kadın sağ yanına doğru yere düşerken gülü iki avcunun arasında tuttu ve onu korur gibi bir pozisyonla yerde kıpırtısız kaldı. Gül ve kadın yerde yakuttan bir yıldız ve tüller içinde bembeyaz bir hilal gibi görünüyordu. Müzik susmuş yerine hafif bir rüzgar efekti başlamıştı. Spot ışığı sadece kadının üzerindeydi ve içerisinde şimdi aheste aheste düşen kar taneleri vardı. Bu trajedinin son sahnesiydi. Işık yavaş yavaş soldu. En sonunda her yer kapkaranlık kaldı.

Bir keman sesinin ardından spot ışığı yavaşça aynı yeri yeniden aydınlatırken geride sadece karlar içindeki gülün kalmış olduğu görüldü. O sırada bir anda sahnenin üzerinde gerçek bir güvercin uçmaya başladı. Güvercin sahnenin ardından seyircilerin üzerinde bir süre dolaşıp yükselerek karanlıkta kayboldu. Perde kapanırken keman sesi sustu ve bir alkış fırtınası koptu. Bu eski bir tiyatro eserinin yeniden yorumlanmasıydı. Herkes finalden etkilenmişti. Perde açıldığında oyuncuların hepsi heyecanla selam veriyordu.

Son


ELMALI KEK VE TAVŞAN KANI ÇAY

Eskimiş mavi boyası yer yer aşınmış arkalıksız bankta otururken sırtını ıhlamur ağacına vermişti. Sonbaharın yazdan kalma son günleriydi bunlar. Hazan mevsimi. Hazal'dı zaten adı, "Nasıl da kafiyeliyim bu mevsime" diye düşündü. Elindeki romanın sayfasını her değiştirmede okuduklarını sindirmek için nefes alırken çevreye bir kez daha göz atıyordu. Baktığı her şey, bütün o renkler ve şekiller her seferinde ilk kez görüyormuş gibi bir hayranlık uyandırıyordu üzerinde. Her yer bir bal peteği kadar sarıydı. Dünya altından bir yaprak seli içinde kalmıştı. Önündeki toprak yol bile yapraklarla kaplıydı. Buna rağmen ağaçlar sanki bir tanesini bile kaybetmemiş gibi hala sapsarı yapraklarla kaplıydı. Ağaçların gövdesindeki beyazlıklar eski bir TV programında bir ressamın fırçasından çıkma gibi görünüyordu. Rüzgar başlamakla durmak arasında kararsızca kımıldanıyordu. Kuşların neşeli sesi ve güneşin bu sıcaklığı çocukluğundan kalma tatlı hatıralar gibi, limonata gibi, duygularını sarmalıyordu.

Derin bir nefes aldı. Yine zihnine olduğu gibi kazımak istediği o sakin anlardan birindeydi işte. Gökyüzünün çivit mavisi ve onun içinde yüzen martılar, kısa boylarına rağmen gür dallı ağaçlar, yolun kenarında yarısı düşmüş yarısı sapasağlam duran beyazı bozulmuş çitler. Otların ve çalıların arasında dolaşan minik hayvanların çıtırtılarına karışan uzaklarda öten bir horoz ve kış için kesilen odunlardan düzenli yükselen balta sesleri. Hepsini bir bir kaydetti belleğine. Bazen böyle anları kaydeder ve yıllar sonra bir gün bir koku, bir renk veya bir şekil bu anılardan bir demet sunardı önünde. Şimdi de işte yıllar yıllar önce daha bir çocukken aynı noktada durup aynı manzaraya baktığı o güne doğru bir yolculuğa çıkıvermişti.

O gün elinde bir roman yerine elma şekeri vardı. Bankın mavi boyası henüz yepyeni, yol kenarındaki çitlerse henüz bozulmamıştı. Karşısındaki çitlerin diğer tarafındaki arazide bir düzine kadar at koşturup dururdu o zamanlar. Bir tanesi de kendisinindi. Yani o öyle seçmişti. Aslında atlar kendilerinin değil komşunundu ama o bir tanesine isim vermişti ve her geldiğinde yanında onun için de bir elma getirirdi. Yıllar içinde atların sayısı azalmıştı ve bir gün geldiğinde artık Benekli de yerinde yoktu.

Şimdi arazi yalnızca kuru ve sararmış otlarla kaplı duruyordu. Uzaktan gelen bir sesin düşüncelerini dalgalandırmasıyla suyun yüzeyine çıkıp nefes alan birisi gibi kendine geldi. Anneannesi uzaktan onu çağırıyordu. "Elmalı kek yaptım sevdiğin gibi. Hadi sen de dedeni çağır gel ben çayı koyana kadar" diye söyledikten sonra "Zaten yağmur yağacak acele edin" diye ekledi ve biraz ötedeki eve geri döndü minik tatlı kadın. Havada bulut bile yoktu ama onun dedikleri hep çıkardı. Dedesi yine nehir kıyısına balığa gitmişti. Onu bulmak için toprak yoldan aşağı doğru ilerlemeye başladı. İşte bu da geçmişte yaşanan bir anın tekrarı diye düşündü. Neyse ki bunda her şey aynıydı. Elmalı kek ve tavşan kanı çay hala yan yanaydı.

Son

24 Aralık 2020 Perşembe

ESKİ TÜRK DİZİLERİ






Herhalde hepimiz bir şekilde izlemişizdir yerli dizileri. Benim de çok severek, heyecanla izlediğim diziler var tabii. 

Aşk-ı Memnu. Bihter hiç unutulur mu? Romanını okudum sonra da. Med Cezir unutulur mu? Mira, Eylül, Orkun, Yaman. Bu dizinin orijinalini de izledim sonra, netten. O.C. de çok güzeldi. 

Kara Ekmek. Asiye, en sevdiğim dizi kahramanı. Bu dizide yine çok sevdiğim Ushan Çakır ve Engin Hepileri de vardı.

Bu üçünün yanında eski dizilerden olup da yeni duyup nette yeni izlediğim iki dizi de en sevdiklerime giriyor. 

Yağmur Zamanı. Eylül ile Fırat. Bir de Yedi Güzel Adam. Cahit Zarifoğlu ve diğer şairlerin yaşamı. 

Veee Şubat dizisi. Çok sevdiğim tiyatrocu ve dizi oyuncuları, Alican Yücesoy, Serkan Ercan, Nadir Sarıbacak, Damla Sönmez, Melisa Sözen.

En sevdiklerim bunlar yani. Yeni yılda da, eski dizilerden olup da yine yeni duyduğum iki yerli diziyi daha izleyeceğim. Yalancı Yarim ve Leyla ile Mecnun.

23 Aralık 2020 Çarşamba

KELİME OYUNU 1







KAYIKÇI

Güneşin en taze pırıltıları yeni yeni uyanıp kıpırdamaya başlayan çivit mavisi denizin kırışıklıklarına düşerken manzara küçük bir çocuğun gözlerinden taşan heyecana benziyordu.

Biraz açıkta duran bir kayıkçı matarasına doldurduğu kahvenin son yudumunu keyifle içmiş şimdi oltasındaki iğneye ne tür bir yem takması gerektiğini düşünüyordu. Bugün hangi balığa göre yem seçerse şansı daha yüksek olurdu, bunun belirlenmesi uzun sürdü. Belli ki pek tecrübeli değildi.

Kıyıda bir grup insan sabahın bu saatinde de olsa toplanmış ve dağınık sıralı bir oturma düzeni almışlardı. Bazısı yerlere atılan minderlerin üzerinde, bazısı kamp sandalyelerindeyken, ayakta olanlar ve kenara oturup sırtını gruba verirken ayaklarını denize doğru sallandıranlar vardı. Topluluğun odağında hoş ezgiler çalan bir müzik grubu vardı.

“Aç zülfünü gözlerini göreyim/Gözlerinin içi güler mi göreyim…”

Çalan şarkılardan ve sanatçının tatlı yemişler gibi hoş sesinden kayıkçı kadar martılar da hoşnuttu. Hepsi de sanki müziğe göre dönüyor, yükselip alçalıyordu.

Herhalde kıyıdan denizi izlemek huzur verici ve güzeldi. Bebek mavisi gökyüzünde altın gibi bir güneş, pamuk beyazı minik bulutlar, ufka doğru gittikçe küçülen irili ufaklı deniz taşıtlarının sağa sola gezintisi, suyun yüzünde bir görünüp bir kaybolan balıklar ve şaşkın martılar. Daha ne olsun…

Bir o kadar denizden kıyıyı izlemek de güzeldi. İnsana her şeyden uzakta bir dinginlik veriyordu. Bir şiir okumak veya bir tabloyu izlemek gibi veya çocukluktan kalma bir his hiç kaybolmayacak bir an gibi…

İnsanların şarkılara eşlik ettiği, arada bir alkışladığı duyuluyordu. Bir dede torunlarına bilezik tatlı alıyordu. Bir simitçi park etmiş arabaların arasından çıkmış kıyıya doğru geliyordu. Bisikletiyle kıyı boyunca ilerleyen bir başka grup manzarayı sağdan sola aşıyordu. Kıyı boyunca sıralanan banklardan bazısı oturup simit yiyen, gazete okuyan insanlarla doluydu. Bazısını kediler ele geçirmişti. Banklardan birine iki kız bir şiir yazıp martılar ve çiçekler çizmişti belki de çok sonra duruyor mu hala diye bakmaya geleceklerdi. Kayıkçı manzarayı izlerken işini ağırdan alıyordu.

Sakin huzurlu kaygısız bir manzaraydı. Bir o kadar da sihirliydi. Öyle ki bu sihri bakmasını bilmeyen göremezdi. Öyle bir sihir ki derin denizin içindeki tüm balıkların ve denizkızlarının bile ilgisini çekmiş olmalıydı. Belki de birazdan rengarenk balıklar sudan çıkıp yükselerek martılarla beraber bir dansa başlar ve su perileri çınlayan güneş ışıkları arasında şarkılara eşlik ederdi. Bunu da çocuklardan başka gören olmazdı ya olsun. Neyse ki çocuk kalmayı başaranların sayısı da hayli fazla diye düşündü kayıkçı. Sonra oltasını rastgele fırlattı. Bakalım bugün kısmetinde ne vardı…

“Hava çok güzel bugün/Bir umut var içimdeeee…/Lalalalalaaa/Selam olsun herkeslere tahtası eksiklereee…../Lalalalalalaaaa”

Son


MİRA

Geçenlerde Mira’nın burcunda tutkulu bir hafta olacağını yazıyordu. Burçlara pek inanmazdı doğrusu ama bir anda elindeki bitmiş pakete bakarken “Gökler haklıymış!” diye düşündü.

Bütün bir hafta boyunca İrlanda hakkında bir roman okurken evde oturup Tutku bisküvi yediğini fark etmişti. Yanında da tavşan kanı çay. Vampirler için uygun bir içecek. Şöyle tomurcuklu mis kokulu tavşan çayı. Ve minik böğürtlenler. Taze koparılmış kıpkırmızı ve mor böğürtlenler. Ah bundan sonra göklerle dalga geçemezdi. Tabaktaki son böğürtleni de ağzına atarken kitaptaki tarifi de deneyeyim tam olsun diye düşündü.

Hemen fiyuuv diye mutfağa koşup malzemeleri kontrol etti. Tarifteki her şey tam olarak vardı. Bir vampir olarak tatlı şeylere bayılırdı. Mutfakta unlar şekerler çikolatalar havada uçuştu. Büyü kazanının içine bütün malzemeleri doldurdu. Bir iki sihirli sözcük de mırıldandı. Tüm bunlar sırasında köşedeki piyano kendi kendine çalıyordu. Elbette müziksiz olmazdı.

Kazanın içine vanilya, tereyağı, deniz tuzu, karabiber, kabartma tozu, ejderha nefesi, kelebek tozu, denizkızı kuyruğu ve pudra şekeri de uçtuktan sonra son olarak da biraz viski döküldü. Kazan kaynadı, döndü, homurdandı, taştı gürledi ve en sonundaaa mis gibi viskili kekler birer birer kazandan fırlayıp Mira’nın kucağındaki sepete düştüler.

Eh bu büyü de amma yorucuydu. Neyse ki hiçbir şeyi patlatmadan veya yakmadan tamamlayabilmişti. Şimdi bir haftadır üzerinde kamp kurduğu kanepeye dönüp viski keklerini yerken vampirlerin Mars’ta koloni kurduğu belgeseli izleyecekti. Hayat sana böğürtlen veriyorsa reçel yap Mira diye düşündü ve İrlanda kitabından bu tarifi bulduğu için epey mutlu hissetti.emen

Son


VHALAR     (Eitha 1)

Zamanın elinde birer birer söndü yıldızlar

Vhalar’ın kızıla boyanmış kayıkları

Batıyorken altında gelgitlerin

Okyanus esintisinde gizlenmişti ağıtlar

Haykırdı denizkızı keskindi nefesi

Keskindi geceden

“Bakın, bakın şu diyarlara”

“Bakın!” diye haykırdı bir daha

Özgürlüğün kan köpüklü kıyıları

Unutuldu çoktan denizcilerin hayalleri

Hayalleri ve dilekleri

Batıyordu Vhalar’ın kayıkları

Batıyordu maviliğin karanlık koynuna

Hatırladığından daha sertti

Daha sertti yurdunun dalgaları

Haykırdı göklere son narasında

“Bakın şu denizkızının işine!”

Zambaklar sararıp dökerken yapraklarını

O mehtaplı gecenin içinde

Gözlerini açtı bir uykuya

Görkemli kıyıların savaşçısı

Kaldı geriye bir tek dalgaların sesi

Ve kaldı geriye denizkızının şarkısı

Son


EITHA     (Eitha 2)

Eitha okyanus rüzgarlarının ve soğuğun sürekli dövdüğü yoksul bir balıkçı kasabasında yoksul bir ailede doğup büyüdü. Kimi zaman rüzgar kasabayı öyle bir sallardı ki tuz ve yosunla karışmış bir koku çürümüş ahşap evler ve iskelelerin arasından yükselir bu sırada sallanan tahtaların gıcırtısı bir canavarın aç midesinden gelen gurultular gibi bölgeyi sarardı. Kasabanın sırtını dayadığı yüksek tepelerin en yukarısından bile bu koku ve gıcırtılar işitilirdi ve bu yüzden kasabaya sirenlerin çürük midesi anlamına gelen Kokharkan Koht-tiyan ismini takmışlardı. Ama kısaca Koht veya Koht-tiyan derlerdi.

Yoksulluk ve hayatta kalma kaygısı tüm kasaba halkı gibi zavallı kızın ailesinin belini öyle bükmüştü ki annesi hissizleşmiş babası şefkat duygusundan arınmış ve her şeye karşı duyarsız hale gelmişlerdi. Bu yüzden Eitha sevmek ve sevilmek nedir bilmeden büyümüştü. Bir babanın kızının saçlarını okşamasındaki o sıcaklığı hiç tatmamıştı. Ve bir annenin kucağının güvenini hiç hissetmemişti. Her zaman yaşamında bir eksiklik olduğunun farkındaydı ama bunun ne olduğunu bile bilmiyordu. Çünkü sevgi diye bir şeyin varlığının bile farkında değildi. Bu eksiklik ona karnı ağrıyormuş hissi verirdi. Sevgi ihtiyacı onda her gün ve gece kalbinde veya midesinde bir sorun var da hastaymış sanmasına yol açardı. Saf çocuk. Bu yüzden daima nane veya papatya toplayıp bunların çayını içerek şifa bulmak için dua ederdi. Yemyeşil taze nane çayı eşliğinde göklere bir yakarış... Eitha bu kırgın ve sefil hayatın içinde huzuru gökleri, tanrıları ve ışıklar içindeki kahramanları düşleyerek bulurdu. Bir gün onu duyacaklarını biliyordu. Ah nane çayı.. belki de gerçekten her şeyin çözümü buydu. Sorunlar bu kadarla kalsaydı..

Dehşetin fırtınaya karıştığı bir gecede görmüştü Eitha, ışığın ve kutsallığın cisimlenmiş hali olan Vhalar'ı ilk defa. Kasabayı kokuşmuş çürüyen etlerinden yayılan ölüm kokusuyla Gölge'nin müritleri çirkin yaratıklar sarmış ve bütün evleri talan etmiş, Eitha'nın ailesiyle beraber kasabadaki herkesi katletmişti. Zavallı kız aklını kaçırmanın eşiğinde fakat yaşadığı trajedinin şokuyla donup kalmıştı. Gözlerinde düşmeden kirpiklerinde asılı kalmış iki damla yaş duruyor, yangınların aleviyle aydınlanan cildi yağan karın etkisiyle buz tutuyordu. Konuşacak, bir kelime fısıldayacak takati kalmamıştı. Umuda dair en küçük bir kırıntı bile içinden silinmişken Vhalar ve emrindeki denizciler kıyıdaki sislerin içinden ay ışığını içlerinde taşıyan zırhlarıyla birer kıvılcım gibi fırlayıp gelmişti. O kızıl geceyi elindeki kılıçla yıldırım gibi ikiye bölüp sabah olmadan aydınlatmıştı ışığın ruhu Vhalar. İşte o gece böyle kurtarılmıştı Eitha ruhunun gölgeye düşmesinden. Ve böylece Vhalar'ın emrine girip bir denizci olarak kutsal ışık adına Gölge'ye karşı savaşmaya adadı kendini. Bu olay kadim şiirlerde bile işlenmişti sonradan.

Bu konuda yeteneği ilahi bir güç gibi her geçen gün artıyordu. Normalde herkesin tek bir uzmanlığı olmasına rağmen o hem silahında ustalaşmış, hem şifa yeteneği kazanmıştı ve ayrıca güçlü büyülü kalkanlar yaratabiliyor ve düşmanın zihnine girip onu kontrol edebiliyordu. Herkes Eitha'nın sanki sıradan bir insan değil de aslında göklere aitmiş gibi bir ruh gücüne sahip olduğunu düşünmeye başlamıştı. Böyle karmaşık bir ruh gücü sayesinde bir gün Vhalar ve diğer kutsal komutanlar gibi bir kahramana dönüşeceği belliydi. Böylece zaman içinde kimsenin olmadığı kadar bir hızla yükseldi ve Vhalar'ın sağ kolu oldu. Savaşta ikisini yan yana gören düşman artık çoğunlukla kaçıp saklanıyordu. Işık yavaşça gölgeye galip oluyor gibiydi. Yeryüzünün her yerinden zafer haberleri yayılıyordu. İkilinin beraber aynı yolda yürümesiyle Gölge'nin sonsuza dek yok edileceğine dair bir inanç askerler, yüksek rütbeliler, kahramanlar ve göklerdeki tembel tanrılar arasında bile fısıltılarla dolaşıyordu. Böylece ikisine evliliği yakıştırdılar ve müthiş kutlamalarla bir düğün kuruldu. Vhalar için bu önemli bir karar değildi. O sadece düşmanı nasıl daha iyi yok edeceği ve kendi üstleri ve göklerin engin görüşleri ve arzusunu umursardı.

Fakat sevgiye aç büyüyen ve Vhalar'a hayranlığı giderek artan Eitha ona çoktan vurulmuştu. İşte iki ilahi komutan göklerin emriyle bu şekilde evlendi. Buna en çok göklerdekiler sevinmişti çünkü Gölge haddini aşarak onları da tehdit eder olmuştu. Bu evliliği ışıkla kutsadılar. Fakat Chronos bile gelecekten bihaberdi.

İkili kutsal savaşlarına devam ederken Eitha'nın bir bebek beklemesi trajik bir sonun başlangıcı oldu. Eitha bu durumun sonucunda savaştan elini ayağını çekti. Aradığı gerçek sevginin çocuğunda olduğunu hissediyor ve tüm dünyası ondan ibaret hale geliyordu. Vhalar ise savaştan savaşa koşuyor, eve bir kez bile uğramıyor ve çocuğunun neye benzediğini bile merak etmiyordu. Aklı fikri Gölge'deydi. Onun o çirkin yaratıklarının insanları katlettiğini daha fazla görmek istemiyordu. Eitha savaşı terk ettiğinden beri de düşman daha da kuvvetlenmişti.

Eitha gittikçe yayılan savaşın alevinden oğlunu korumak için kimseye haber vermeden gizlice ücra bir köye saklandı. İhtişamdan ve saraylardan uzakta kendi yaşamının başlangıcındaki gibi köhne bir balıkçı kasabasıydı bu. Orada her şeyden uzakta huzuru bulacağına inanıyordu. Fakat bilmediği bir şey vardı. Köy halkı çocukların eti ve kanıyla bir Gölge canavarını besliyordu. Onu besleyerek ölüler dünyasından kurtarıp yaşayanlar dünyasına geçirerek göklerden intikamlarını alacaklarını düşünüyorlardı. Çünkü artık açlık ve sefalet içinde yaşamaktan bıkmışlardı. Gölge yaratığının hayata dönmesi için gereken son kurbanın oğlu olmasını ise Eitha hiç beklemezdi.

İşte böyle bir kez daha kendini dehşetin kucağında buldu Eitha. Oğlunu kucağından söküp aldıklarında köylülerin bir cadıdan alıp çayına attığı baharatın sersemleten uyuşukluğu içinde karşı koymaya gücü yetmemişti. Yine tüm umutları yüreğinden sökülmüşken Vhalar'ı üzerindeki kutsal ışığın aydınlığında geceyi alevlendirirken gördü. Eitha onun göklerden avuçlarında topladığı yıldırım ve yıldızların alevlerini görür görmez sevgilisinin ne yapmak istediğini anladı. Ciğerleri sökülürcesine Vhalar'a evladının canı için yakardı.

Gölge yaratığı sunakta dirilmek üzereydi ve hiç zaman kalmamıştı. Ona sunulan son çocukla da bütünleşmek üzereydi. Çocuğun bilinci sonunda kapanmış ve ruh özütü sonuna kadar çekilmişti. Vhalar topladığı yıldırımları ve yıldız ateşlerini hızla fırlattı. Böylece ritüel bıçak gibi kesiliverdi. Fakat zavallı çocuk da küle karıştı. Eitha küle dönüşmeden önce evladının "anneciğim!" diye seslendiğine yemin edebilirdi. Sonunda aklının mizanı paramparça olmuştu. Bu dünya defalarca her şeyi ondan sökerek almıştı.

Tüm bu trajedinin ve kaosun ortasında dirilmekte olan yaratığın özütünün geride kalan küçük bir parçası küllerin arasında hayatta kalmayı başarmıştı. Eitha'nın çıldırmış zihnini, parçalanmış ruhunu ve yüreğine dolan öfkeyi hissedince karanlık pençelerini ona yöneltmeye karar verdi. Feryatlar içindeki annenin zihnine sızıp fısıltılar bıraktı. "Zavallı Eitha... Göklerdeki ulu ve ışıklar içindeki tanrıların ve kutsal savaşçıların gözünde bir zerre kadar bile bir değeriniz yok..." işte böyle çeldi onun aklını "Senin dileklerini işitmeye tenezzül bile etmez onlar. Fakat ruhunu bize sunarsan sana tanrı kuvvetini vereceğiz."

Göklerde kara bulutlar yeniden toplandı o anda. Deliliğe düşen zihni intikam ateşiyle yanıyordu. Histerik bir sesle "Bunu kabul ediyorum..." cümlesi hafifçe döküldü kanı çekilmiş dudaklarından. Böylece Gölge ile birleşip yekvücut oldu Eitha. Tenindeki aydınlık cennet ışığı yerini karanlığa bıraktı. Mavi gözleri bir çift kuyu gibi simsiyah incilere dönüştü. Altın sarısı saçları gölgeden daha siyaha, kutsal ışıklar içindeki aurası bir karadeliğin karanlık enerjisine dönüştü. Acı dolu her anısı zihnine doldu. Gölge Varlıkları böyle beslenip güç buluyordu. Çığlıkları işitenlerin kulak zarlarını parçaladı. Nefreti ve öfkesi arttıkça Gölge Yaratığı kontrolü ele geçirdi ve daha da güçlendi.

Artık sadece intikam için nefes alan Eitha'nın avuçlarında kutsal ışığa karşın karanlık yıldız alevleri bulunuyordu şimdi. Her şey o kadar hızlı gerçekleşmişti ki kimse daha ne olduğunu anlayamadan tüm gücüyle Vhalar'ın üzerine yürüdü. Ve işte böylece karanlık ve aydınlık iki yıldızın savaşı başlamış oldu.

Son


ELINA     (Eitha 3)

Sislerin içinde ağır hareketlerle ilerledi Melek Elina. Ağaç kökleri ve taşlarla sınırları çevrelenmiş ayna gibi pürüzsüz suyun başına gelince bir süre ayakta durup sıradan kişilerin göremediği bir şeyleri görebiliyormuş gibi önce çevreye sonra da suya baktı. Bir insan boyu kadar genişliği olan bu su birikintisi akılların alamayacağı bir derinliğe sahipti. Elina sol eliyle ileri doğru hayali bir şeyleri fırlatıyormuş gibi bir daire çizdi. Bu sırada hayali gül yaprakları gecenin içinde gerçeğe dönüşüp suyun üzerine düştüler. Ay ışığı çevredeki her şeyin konturlarını gümüş bir kalem gibi çiziyor geriye kalan şeyler ise gölgeler içinde kalıyordu. Elina diğer elinde taşıdığı tütsüyü sonunda ayaklarının dibindeki taşların ve yabani otların arasına bıraktı. Yasemin otu ve bazı başka otların yanarken saldığı aroma her yanı sarmıştı.

Buraya yılda bir defa yapmakla mükellef olduğu ritüel için gelmişti. Ayna ona kimi gösterirse kaderine müdahale edecekti. Pek çok başka şeyden sorumlu başka yazar melekler içinde onunki çok talihsiz bir görevdi. Yaptıklarının sonucu bazen felaketlere bazen mucizelere sebep oluyordu. Fakat kime yardım edeceğini seçemezdi. Karşısına kötülüğe sebep olacak birisi bile çıksa ona yardım etmek zorundaydı. Yıldızlar ondan bunu istiyorsa başka çaresi yoktu. İki elini göğüs hizasında aniden birleştirip avuçlarını birbirine vurdu ve aynı hızla ellerini iki yana açıp avuçlarını yere çevirdi. Bu hareketle yaptığı sihirle beraber avuçlarından çevreye gümüşi bir ışık dalgası fırladı. Ardından bir taht gibi yontulmuş kayaya oturup bekledi.

Alnında uçları yukarı dönük gümüşi bir hilal dövmesi vardı. Gözlerini kapatmış olmasına rağmen bir şeyler olduğunda bunu hissedecek yeteneklere sahipti. Gözlerinin dış kenarından aşağı doğru üçer minik yıldız dövmesi yine gümüş gibi parlıyordu. Bu şekilde görevinin ona verdiği ağırlık altında gözyaşı döküyormuş gibi görünüyordu. Ne kadar süre kıpırdamadan öylece bekledi bilemiyordu. Sonra bir anda gözlerini açtı. Hissetmişti. "İşte başlıyor..." diye düşündü. Suyun içinde figürler belirmişti. Gölge, karanlık pençelerini bir kadının yüreğine geçirmiş onun aklını çelmek istiyordu. Kadın küle dönüşen oğlunu düşündükçe aklını kaybediyordu.

İyi ve kötü arasındaki bir uçurumda süzülen bu zavallı kadının adı Eitha'ydı. Gölgenin çağrısını duymazsa yitirdiklerinin dehşetiyle önce zihni sonra da kendisi yok olup gidecek ve trajik yaşamı bu şekilde son bulacaktı. Fakat yıldızlar kader oyununda onun tarafını seçmiş ve onu Elina'nın karşısına getirmişti. Elina az sonra yapacağı şeyin sonucunda Gölge'nin yeniden güç kazanacağını biliyordu fakat seçim yapma hakkı yoktu. "Öyle olsun.." diye fısıldadıktan sonra tüm nefesiyle suya üfledi. Eitha böylece Gölge'ye kulak verdi. Acısı içinde kor ateşler yakarken Gölge'nin çağrısını "Bunu kabul ediyorum.." diye yanıtladı.

İşte sudaki şekiller geldiği gibi kaybolurken Eitha'nın kaderi böyle değişmiş ve gölgeye işte böyle düşmüştü. Elina yıldızların seçimlerini sorgulayan bir bakışla taştan tahtında bir süre sessizce oturdu. Ardından "Öyle olsun.." diye tekrar ederek yerinden kalktı ve geldiği gibi sessiz adımlarla oradan uzaklaşıp sislerin içinde kayboldu.

Son