31 Aralık 2021 Cuma

YILIN YENİSİ İYİDİR

 




Madem geliyorsun yeni yıl, gel madem, gel gel de gör gününü, yeni yılda daha neşeli, umutlu, huzurlu olmazsam görürsün sen. 2020’yi, 2021’İ unutmazsam görürsün. Bu yılı çöp poşetine koyup atıyorum şimdi sokaktaki çöp konteynerine.

Bu günlerde her yerde gördüğümüz ışıklar gibi olsun ruhumuz, rüzgardaki poşetler gibi uçsun. Evdeki oyuncaklarımın bir kısmını da poşetlere doldurup yoksul çocuklar için belediyeye götüreyim. Kitaplar okullara, biraz da yollarda soğuktan üşüyen açları da doyurmalı.

Günlüklerimi okuyup bakayım da bu sene için daha önce düşlemediğim hayaller bulayım, yepyeni en heyecanlı hayaller. Aşırı heyecanlı, aşırı renkli hayaller kuralım ki şenlik gibi, lunapark gibi olsun hayatımız, her şeye rağmen.

Bütün periler, melekler, yıldızlar bizden yana olsun. Yeni yıl meleği, aşırı heyecan perisi, çocukluk yıldızı, masumiyet ay ışığı. Hayallerimizle, oyuncaklarımızla oynarken her şeyi, uyumayı bile unutalım, çocukken olduğu gibi.

Meleklere, perilere, mucizelere, hayal gücümüze, hayat içinde kendi kendimize uydurduğumuz hikayelere, bu hikayelerin kim ne derse desin gerçek olduğuna, gündelik yaşamdaki her durumu, olayı kendi hayal gücümüze uydurmaya, hepsini farklı yorumlamaya inanmak insana hep iyi gelir.

Yeni yılı olduğu gibi sevelim. Herkes olduğu gibi sevilmek ister. Kendimizi de olduğumuz gibi seversek belki yeni yılı da olduğu gibi kabul ederiz. Belki çok düşünmezsek sevebiliriz kendimizi. Çocuk kalbi taşıyanlar, çocuksu kalp taşıyanlar belki daha az düşünüp yaşadıkları için daha çok sevilirler.

Canım bu yıl, biliyorsun yani bu akşam bitiyorsun. Üzülme ama biliyorsun seni hep hatırlayacağım, ister istemez saklayacağım hatta kimseler bulmasın diye zihnimde derinlere gömeceğim, diğer yıllarla birlikte. Çünkü yeni yıl geliyor sen beni terk ediyorsun ama yeni yıl hep benimle olacak. Yaşasın hep en yeni yıl!

28 Aralık 2021 Salı

JAPON MANGA ANİMELER

 


ELFEN LIED

Japon bilimkurgu manga animesi. Bilimsel deneyler sonucu ortaya çıkan yeni türler ve bu türleri kontrol altına alma konusu, bilimkurgunun sevilen dallarından. Laboratuvarda üretilen psişik, boynuzlu, görünmez elli bir türün temsilcisi Lucy adlı bir kız, bilim adamlarının elinden kaçar. Çift kişilikli olan Lucy bazen de Nyuu adlı saf bir kıza dönüşmektedir.

Bilim adamları onun peşindedir, kendi türdeşleri de ama o yeni tanıştığı birkaç arkadaşı ile hepsinden saklanır. Hem kanlı, hem şiirsel ve estetik bir mutant dizisi. Türünün en tanınmış dizilerinden. Not:4/4




LAST EXILE

Japon bilimkurgu manga animesi. Kurgusal bir gelecek dünya. Dünya ikiye bölünmüş ve savaşta, yönetici sınıf da var. Herkesin bir şekilde uçak kullandığı animede, yönetici ve iki dünya arasında hep savaş vardır.

İki hava posta pilotu, posta yarışmalarına katılmaktadır, bir görev alırlar, bir ufak kızı bir uzay gemisine götüreceklerdir. Bu ikisi görevlerini yerine getirirken ister istemez bir mücadelenin, isyanın, göklerde savaşın içinde bulurlar kendilerini. Teknoloji, arkadaşlık, aksiyon dizisi. Türünün önde gelenlerinden. Not:4/4



NANA

Japon josei (genç kız) anime manga serisi. Nana adlı iki kız arkadaşın öyküsü. Biri zayıf karakterli bir kız diğeri ise güçlü karakterli bir müzisyen. Ezik Nana sevdiği oğlanın ardından büyük şehre gelir, trende müzisyen Nana ile tanışırlar. Şehirde birlikte ev tutarlar. Ezik Nana işe girer, bir yandan da durmadan aşık olur birilerine. Diğeri ise müziği ile ilgilenir.

Dizi bu ikisinin arkadaşlıkları, aşkları, insanlarla ilişkileri üzerine gerçekçi bir dram. Arada komik durumlar olsa da oldukça hüzünlü. Özellikle ezik Nana’nın mutluluğu bulma çabası hüzünlü. Müzisyen Nana’nın müzik çalışmaları, çalıştığı gruplar, konserleri, şarkıları keyifli. Dizinin unutulmaz müzikleri ve şarkıları var. Final de hüzünlü ve iyi. Türünde iyi tanınanlardan. Not:4/4

26 Aralık 2021 Pazar

MUHTEŞEM KRALİÇE




MUHTEŞEM KRALİÇE

The Great Queen Seondeok

Seondeok yeowang

Bölüm sayısı 62

Yayın Tarihi 2009

Shilla’nın entrikalı tarihinin bir döneminde geçen dizi tarihi gerçeklerden uyarlanmış. Deokman ikiz olarak dünyaya gelen prenseslerden biridir. Fakat ikizlerin kraliyet soyuna felaket getireceği ve erkek varislerin son bulacağına dair kehanet yüzünden kral ikizlerden birini ya öldürmek ya da gizlemek zorunda kalır. Kral ülke yönetiminde gücünü soylulara kaptırdığı için son derece pasif bir kraldır ve bu konuda yapabileceği hiçbir şey olmaz. İkizlerden birini gizlemeye karar verir ve daha doğum odasındayken kraliçenin en sadık hizmetçisi Sohwa’ya Deokman’ı vererek onu saraydan uzağa kaçırıp kendi kızı olarak büyütmesi ve sıradan bir insan olarak mutlu bir yaşantı sunmasını emreder. Sohwa bebekle beraber saraydan kaçar. 

İkizler birbirinden habersiz şekilde büyür. Bu arada sarayın tüm gücü mühürdar ve rahibe Lady Mishil’ın elindedir. İkizlerden haberdar olmuştur ama bunu kanıtlamadan bir şey yapamamaktadır. Mishil tüm yaşamı boyunca hep kraliçe olup tüm gücü eline almak için yaşar, Shilla’ya hükmetmek tek hayalidir bu yüzden zaman içerisinde isteklerini yerine getirmeyen kralları bir şekilde alaşağı etmiştir. Şimdi de kraliçeyi devreden çıkartmak ve kralı tümüyle ele geçirmek belki de onu tahttan indirip yerine kullanabileceği başkasını getirmek için ikizleri kanıtlamak zorundadır. Böylece Deokman uzaklara kaçırılsa da Haranglardan Mishile bağlılık duyan ve son derece güçlü olan Chilso ne pahasına olursa olsun hayatını ikizi bulmak için ortaya koyar. Deokman, Sohwa ve Chilso ayrıca bebeği ve hizmetçiyi koruyan Büyük Usta Munno senelerce ortadan kaybolur.

Hikaye böyle başlar. Bir gün Chilso, Deokman ve anne bildiği Sohwa’nın yaşadığı yere tesadüfen gelir ve çok geçmeden durumu fark eder. Kovalamaca sırasında Deokman kimliğini tam olarak anlayamasa da kaybolan Munno’yu bulursa gerçek babasını öğreneceğini anlar, Chilso’dan kaçarlarken annesi Sohwa çölde bir kum bataklığına düşer ve onu kaybeder. Yaşadığı acı ve almak istediği intikam nedeniyle Deokman yolunu Shilla’ya çevirir. Bu noktadan sonra önce bir Harang alayına katılır, Kız kardeşini sıradan bir keşiş olarak tanır ve çeşitli maceralardan beraber kurtulurlar. Her şeyin arasında hala peşindeki katilden ve Mishil’ın oyunlarından defalarca kurtulmak zorunda kalırlar. Prenses olduğu anlaşıldığında gerçek ailesinden intikam almak istese de kardeşine duyduğu bağlılıkla onun yanında yer alıp Mishil’e sonuna kadar savaş açar. Bundan sonra hedefi daha önce hiç örneği olmamasına rağmen kraliçe olarak Shilla’ya hükmetmek ve hükümdar olmaktır. Bu Mishil’in bile aklına gelmemiştir.

Dizideki kötü karakterlerin bile o kadar derin duyguları ve kişilikleri var ki hepsine saygı duymak mümkün. Kötü karakterlerin bile ölümüne üzülüyor insan izlerken. Mishil örneğin ne kadar kötü de olsa kendince sebepleri ve arzuları o kadar güçlü ve bir kadın olarak o dönemde edindiği konum ve güçlü kişiliği karşısında insan saygı duyuyor. 62 bölüm olmasına rağmen dizi o kadar etkileyici ki hiçbir bölümü atlamadan izleniyor. Hele sonu o kadar etkileyiciydi ki insanın gözleri doluyor ve etkisinden bir süre çıkamıyor. Her bir karakter kendi amaçları ve duygularıyla bir bir ele alınıp değerlendirilmiş dizi boyunca hepsi çok seviliyor. Başta Bidam sevilmese de sonunda o bile vay be dedirtiyor. Ayrıca tarihe bakıldığında çok fazla kurgu ve efsane eklenmiş olsa da her birinin gerçekte yaşamış olması diziyi biraz daha etkileyici hale getirmiş.

Kraliçe ve hükümdar olduktan sonra Seondeok adını alan Deokman gerçekte de Shilla’nın ilk kadın hükümdarı. Shilla, Bekçe ve Goguryeo olarak üçe bölünmüş durumda olan Kore’yi tek bir krallık olarak birleştirmeyi hedefler. Kendi döneminde bunu başaramasa bile bunun temellerini atar ve kendisinden sonra bu hedefi yeğeninin oğlu tarafından gerçekleştirilir. Hükümdar olduğu dönemde pek çok yenilik ve reform yapmasıyla ülkeyi ileriye taşır. Tang Hanedanına öğrenciler gönderir, bir gözlem evi kurdurur ve tarım için yenilikler getirir. Kurdurduğu gözlemevi halen Gyeongju bölgesinde ayakta durmaktadır.

Dizi boyunca Deokman’ın doğumundan ölümüne dek tüm hayatını izlemek özellikle çocukluk dönemi çok keyifli. Çevresindeki diğer karakterlerle beraber nasıl büyüdüklerini ve güçlendiklerini izlemek güzel. Her zorluğun üstesinden nasıl geldikleri, akıl oyunları ve hem mutlu anları hem de üzüntülü anları doyurucu şekilde işlenmiş. Dizide en çarpıcı replikler Mishil ve Deokman’ın replikleri. Deokman'ın çölde Sohwa’yı kaybettikten sonra kendine gelmeye çalışırken söylediği şu cümle gibi “Çölde gözyaşı çabuk kurur.”

Unutulmaz dizilerden, finali ile, müziği ile, Yuşin, Munno, Chunchu gibi karakterleri ile.

Not:4/4

25 Aralık 2021 Cumartesi

BETTY BLUE

 



BETTY BLUE

Philippe Djian

Ayrıntı Yayınları

Edebiyatseverler ve sinemaseverler arasında efsaneleşen, kültleşen roman ve onun filmi.  Filmi de romanı kadar ünlü çünkü romanın ruhunu tam veren filmlerden.  Seçkinlerin romanında Anna Karenina, Jane Eyre neyse ezilenlerin romanında da Betty Blue o. Bir tür Amelie, Leon yani.

Djian’ın birçoğu filme çekilen romanları arasında en tanınmışı. Fransa’da da dünyada da hayranı çok. Hastalıklı aşkların en hüzünlülerinden. Kısa saçlı mavi gözlü, güzeller güzeli Betty, garsonluk yapan, sürekli iş ve şehir değiştiren biraz sorunlu, çılgın, anını yaşayan, kendi dünyasında bir kaybeden kız. Adamın ise romanda ismi yok. O da bir kaybeden aynı zamanda bir tesisatçı ve yazar. Okunmayan yazarlardan, yaşamak için tesisatçılık yapıyor.

Bu ikisinin karşılaşması bir süre sonra tutkulu bir aşka dönüşüyor. Adam, kadının güzelliğine tutkun, kadın ise adamın gerçek bir yazar olduğuna inanan tek insan. Bu ikisi, arada şehir değiştirerek kendilerine bir dünya kurarlar. Dışardan fazla kişiye gereksinimleri yoktur. Adam tesisatçılık yapar, kız ise evdedir, arada o da farklı işlerde çalışır.

Her şey iyi gider. Ama kızın sorunlu kişiliği, arada bir kendini kaybetmesi, bu ikisini çok hüzünlü bir sona götürür.

Film de aynı roman gibi, çok başarılı, özellikle çılgın kızda Beatrice Dalle unutulmaz. Romanda, filmde çok az miktarda yetişkin sahne var, bunlar da romanın konusu ile bağlantılı değil, ikisinin tutkusunu gösteren detaylar.

Djian’ın her zamanki dili, az miktarda argo küfür olsa da hüzünlü, romantik, dramatik, çok yerde şiirsel. İki toplumdışı karakterin ilişkisini canlı, yaşayan bir ilişki olarak anlatıyor.

Defalarca okunacak romanlardan, izlenecek filmlerden.

Not:4/4

23 Aralık 2021 Perşembe

ŞATTÜLARAP

 




Büyüklerimizden gerçek yaşam hikayeleri dinlemek her zaman eğlenceli oluyor. Yaşlı büyüklerimiz bu hikayeleri anlattıklarını unutup tekrar tekrar anlatırlar, bizler de bu hikayeleri belki onlarca kez dinlemişizdir ama nedense her defasında dinlemek yine de keyifli olur.

Eskiden belki ülke daha yoksul olduğu için öğretmenlik, askerlik, memurluk hikayelerinde hep zor hayat şartları olur, doğuya tayin olurlar, ağır şartlarda görev yaparlar, bunu biz dinlerken bize tatlı gelir hep.

Dedem de kendi ile ilgili, kardeşleri ile ilgili, kendi babası dedesi ile ilgili hikayeleri defalarca anlatır. Dedemin kardeşlerinden biri vakti zamanında motor teknikte okumuş, ilkokuldan sonra. Bir ilkokul anısı çok hoş.

Coğrafya dersinde, öğretmen soruyor, Dicle ile Fırat’ın birleştiği yerin adı nedir, diye. Sınıfta ses yok, dedemin kardeşi, kalkıp, Şattülarap demiş. Öğretmen tahtaya kaldırıp, işte bir aslan parçası arkadaşımız demiş ve arkasına pat diye vurmuş. Yani öğretmen böyle vurup onu kutluyor ama öğretmenin eli ağır olduğu için onu bir öksürük tutmuş, uzun zaman öksürmüş. Eve gelince demiş ki, öğretmen beni cezalandırdı.

Daha sonra motor teknikte okuyor. Aletler, makineler, motor parçaları, araba parçaları filan. Bunlarla çalışırken yanlış bir hareket yapıyor ve tırnağı yerinden çıkıyor. Bu tırnağın yeniden çıkması oldukça uzun sürmüş.

Komik olan ise, eve gelince annesine demiş ki, hani anne, et tırnaktan ayrılmazdı?

21 Aralık 2021 Salı

PAPAZ

 




Pandemiden önce Beyoğlu’ndan geçerken bir kilisenin kapısında hoş bir çift görmüştüm. Evleniyorlardı.

İçeri girdiler, aileleri de girdi, başka kimse yoktu, diğer akraba ve tanıdıklar daha sonra verecekleri yemeğe geleceklermiş. Papaz geldi, konuştu, evlendirdi, elindeki yuvarlak top gibi bir şeyi salladı, çın çın sesler çıktı, duman çıktı, dualar etti.

Ben de keyifle izliyordum çifti, çok hoştular, sonra papaz bir şeyler söyledi, sıraya girdi gelin damat, aile üyeleri, ben de orda yanlarında olunca ben de bir anda sıraya girmiş oldum. Herkes sırayla papazın önüne geldi ve elindeki İncil’i öptü. Sıra gelince napayım düz geçemedim, ben de öptüm geçtim, sonra yine izledim.

Tören bitince papaz çağırdı beni el işaretiyle. Gülümsüyordu. Neden öptün İncil’i dedi, belli ki sen Müslümansın. Ben de, dedim ki, İncil de kutsal kitap, dinler de kardeş, kitaplar da kardeş, peygamberler de. Hoşuna gitti papazın.

Kiliseler, camiler, havralar, hepimizin evi, Tanrıdan bir şey isteyeceksen bu evlerin hepsinde bir şey isteyebilirsin dedi. Ama mutlaka istemelisin, temiz kalple tabii ki, diye de ekledi. İstersen Tanrı sana istediğini verir.

O Teos o Megalo Dimanos, dedi, Tanrı ki o büyük güç, sonra da ekledi, Allah adına bir şeyleri her zaman buradan da gelip isteyebilirsin, yani Türkçe de biliyordu.

18 Aralık 2021 Cumartesi

KAFKAOKUR


 



Yedi yıldır yayınlanan sanat edebiyat dergisinin yılsonu sayısında takvim ve Şeker Portakalı posteri bulunmakta.

Ayın Dosyası, Şeker Portakalı ve Vasconselos. Dünyada en çok bilinen, sevilen kitaplardan biri ve her zaman da çok sayanlar listesinde, yaklaşık elli yıldır. Yoksul ailesi ve iyi kalpli yaramaz Zeze, kuşlarla ağaçlarla konuşan, yalnız Zeze. Yazarın kendi yaşamını ve ailesini anlattığı kitap. Zeze’nin sevgiyi ve acıyı keşfetmesi. Her şeyi bir fidana anlatması.

Şeker Portakalı adlı filmin ise romanın ruhunu yansıtmadığını söylüyor dergi. Bunun dışında dergide şiir, öykü, deneme türü yazılar da bulunmakta. Sezai Karakoç, Michelangelo’nun Pieta’sı, Luigi Pirandello gibi konular da işlenmiş bu sayıda.

Hayır demeyi öğreten “Hayır De Gitsin” adlı kitabın tanıtımı da var.

Öyküler arasında Utku Yıldırım’ın “Küçükyalı, Evim” adlı öyküsü de duygulu, nostaljik bir çocukluk öyküsü. Burgazada karşısında Küçükyalı’da bir mahallede yaşayan çocukların hikayeleri tatlı. Mahallenin yaşlı ayakkabıcı amcası ile olan ilişkileri. Bu öykü de Şeker Portakalı tadında.

16 Aralık 2021 Perşembe

BAKIŞ AÇISI

 




Talihli tesadüflere evet diyoruz!

Neşe ve coşkuya evet!

Huzur ve mutluluk verecek etkinliklere evet!

Yola çıkmak, yeni yerler keşfetmek, antik kentleri gezmek gibi.

Evimizde dans etmek.

Doğada olmak, maviyi, yeşili görmek.

Güneşle konuşmak, çocuklarla oynamak.

Bahçede, parkta kitap okumak.

Kendimize net olmak, gerçekte ne istediğimizi bulmak gibi.

Olumsuzluklara hayır demek.

Hayat bir yolculuksa yolu sürekli temizlemek gerekiyor. Yoldaki kendimizi de. Ruhu, bedeni, kalbi, aklı.

Her şey sonuçta bakış açısına bağlı. Nerden bakıyorsun, neye bakıyorsun? Basit. Kuzeydesin, ne görüyorsun? Güney. Güneyden bakıyorsun, ne görüyorsun? Kuzey. Hepsi bu. Nerden ne açıdan baktığına bağlı. Orda güneyi görüyorsan güney var, görmüyorsan yok.

15 Aralık 2021 Çarşamba

KELİME OYUNU 11


Kelime Oyunumuz devam ediyor. Beş kelime veriyoruz, bu kelimelerin de içinde olduğu öykü, şiir, deneme benzeri bir yazı yazıyoruz. İsteyen herkes katılabilir, isteyen herkes beş kelime de verebilir.

Haftanın kelimelerini veriyorum: İmaj/Psişik/Hasta/Rüya/Ruhsal

JOSE VE SOJU

Ter içinde ve korkuyla uyandığında buna alışkın olmasa kalp krizi geçirdiğini sanabilirdi. Çığlıklar hala kulağında yankılanıyor gibiydi. Bununla birlikte odanın köşesinden ona dik dik bakan Jose uzun saçlarını yüzüne doğru getirmiş, kendine korkunç bir imaj çizmeye çalışıyordu. Jose çocukluğundan beri onunlaydı. Aslında bu ismi de ona kendisi vermişti. Aslında daha rahimdeyken kalbi duran ikizinin ruhuydu. Bu durumda ona isim koymak için en yetkili kişi sayılabilirdi. İsimsiz bir hayalet olması fazlasıyla üzücü olurdu. Jose sayesinde psişik yetenekleri artıyordu. İkiz bağı nedeniyle ruhlar alemiyle de bağlanmıştı. O çığlıklar içinde kabus görürken Jose endişeliydi ama uyandığında bir hayaletin olabildiğince en korkunç görünümlerine bürünüp onu bir de böyle korkutmaktan zevk alırdı. Tek eğlencesi buydu ne de olsa.


Aralarındaki bağ yüzünden Jose hiçbir zaman çok fazla uzaklaşmazdı. Ve Soju da görüş alanından çıksa bile hisleri sayesinde onun nerede olduğunu bilirdi. Jose'ye kendisi de ters ters bakıp "hiç komik değil!" diye tepki gösterdi. Bir çırpıda yataktan kalktı ve aşağı kata inip mutfağa gitti. Daha o yataktan kalkmadan önce kahve makinesi çalışmıştı. Elbette bunu Jose yapmıştı. Böyle şeyler yapabiliyordu. Daha fazlasını da yapabiliyordu. Örneğin matematik sınavında herkesin kağıdını görüp ona söyleyebiliyordu. Bunu ondan Soju istememişti ama yine de yapıyordu. Muziplikten enerji alıyordu.


Soju bir bardak soğuk suyu kafasına dikip sakinleşmeye çalıştı. Boğazı acıyınca daha yavaş içti ama iş işten geçmişti, yarına kadar boğazının şişip hasta olacağını şimdiden hissediyordu. Telefonundan haritalara girip bir yerin konumunu aradı. Bulunduğu yerden beş kilometre mesafesi vardı. Yeri işaretleyip yol tarifi aldı ve kaydetti. Yarın tam saat 3'te orada olmalıydı. Rüyasında saat 3'te orada bir ağacın devrildiğini görmüştü ve birisi de düşen ağacın altında kalıyordu. Oraya erkenden gidip bunu engellemeye çalışacaktı. Böyle rüyalar görüp yıllardır birçok kötü olaya engel olmuştu. Bu iş git gide zorlaşsa da hiçbir şey yapmadan ve umursamadan yaşayamazdı. En azından Jose yanındaydı. "Yarın yine olay peşinde olacağız ama bu sefer federallere bulaşma ihtimalimiz olmadığı için içim rahat sen de biraz uslu dursan iyi olur ne dersin Jose ?" derken göz kırptı. Jose ise sırıtmakla yetindi.


Bu sırada buzdolabına asılı kartvizite gözü çarptı. "Yeşil Zihin: tanımlanamayan olayların avcıları." Altında adres ve telefon numarası da vardı. Soju'yu fark eden bir grup ruhsal olaylar aktivisti ona iş teklif etmişti ama henüz onlara geri dönüş yapmamıştı. Artık bir işe girip para kazanması da gerekiyordu ve Jose ile beraber yeteneklerini profesyonel olarak kullanıp geliştirmeleri iyi olabilirdi. Yarınki olaydan sonra onlarla görüşmeye karar verdi. Sonra biraz daha uyumak için tekrar yukarı çıktılar.

Son


İKİZLER

Uzak denizlerin birinde huzurlu bir deniz krallığı vardı. Bolluk ve bereket içinde yaşayan deniz halkı bu güzel ve mutluluk dolu günleri yeni kraliçenin ve kralın engin görüşleri ve zekasına atfediyor ve onlara minnet duyuyordu. Kraliçe sonradan denizkızına dönüşen bir insandı. Halk bu durumu yalnız bir efsane olarak görüyor ve öyle olsa bile ona bağlılık duymaya devam edeceklerini düşünüyordu. Bir gün kraliçenin hamile olduğunu öğrendiğinde kral kırk gün süren bir bayram ilan etmişti. Her türlü eğlence ve şenlikle geçen günler uzak diyarlarda bile duyulmuş ve pek çok yabancı dahi kutlamalara katılmak ve eğlenmek için krallığa akın etmişti. Eğlencelerin yanında spor karşılaşmaları da kraliyet sponsorluğunda gerçekleşiyor ve pek çok dalda kazananlara muazzam ödüller veriliyordu. Halk doğacak olan veliaht için büyük merak ve heyecan duyuyordu. Çünkü denizkızı halkının ömrü uzun olduğu kadar yeni bir bireyin dünyaya gelmesi de yıllar sürüyordu.

Bununla birlikte zaman geçip gitti. Günler birbirini kovaladı ve pek çok güneş ve ay doğumundan sonra sıra veliahtın doğumuna geldi. Kraliçe uzun bir gece boyunca sürecek olan doğum için doğum tapınağına getirilmişti. Burası sualtında bir hava boşluğuna açılan bir mağaraydı. İçeriyi mavi mavi parıltılar saçan deniz yosunları ve çeşit çeşit lüminesans özellikli deniz canlısı aydınlatıyordu. Mağaranın tavanı yıldızlı ve mavi bir parıltı saçan gökyüzü gibiydi. Kraliçe mağaranın en düzgün köşesinde suya yakın bir konumda hazırlanmış yosunlardan oluşturulan bir yatağa alınmıştı. Bebek doğunca cildinin kurumasına izin vermeden hemen suya indirilecekti çünkü bebekler havaya karşı hassas oluyordu. Buna rağmen yüzyıllardır havayla dolu bu mağara tapınak doğum yeri olarak seçiliyordu. Çünkü burası kutsaldı. Bütün oda aromalı yosunlarla tütsülenmişti böylece kötülüğe karşı bir temizlenme sağlanmıştı. Kutsal rahibe gerekli olan her şeyi hazırlamış ve doğum anının gelmesi için beklerken dualar okumaya başlamıştı. Her şey yolunda görünüyordu.

Ve sonunda o an geldi. Kraliçe endişeliydi fakat bebeği için kalbinde bulabildiği tüm inançla direncini koruyordu. Uzun suren dakikaların ardından bir prenses dünyaya geldi. Gözleri menekşe rengi saçları kızıl ve kuyruk rengi de gövdeden uca doğru maviden kızıla değişen muhteşem bir renkteydi. Kuyruk tülleri de muazzam şekilde uzun ve gittikçe şeffaflaşan türdendi. Odada bulunan herkes memnuniyet ve hayranlıkla onu seyrediyor ve kraliçeyi tebrik ediyordu. Prensesin annesini bir süre emmesi sağlanıp dadısı ile birlikte suya bırakıldı ve veliaht sarayına doğru gönderildi. Kraliçe de toparlanır toparlanmaz onun yanına gidecekti. Fakat ters görünen bir şeyler vardı. Kraliçe kendini iyi hissetmiyordu. Çok geçmeden neler olduğu anlaşıldı. İkinci bir bebek geliyordu.

İkinci doğum ilkinden hayli uzun sürdü. Ters giden bir şeyler olduğu belliydi. Kraliçe ise neredeyse bayılmak üzereydi artık. Kutsal rahibe dualar okuyarak doğumu kontrol ederken yardımcıları da kraliçenin kuruyan cildini özellikle de yüzünü ıslatılmış yosun yapraklarıyla silerek nemli tutmaya çalışıyordu. Mağaranın girişinde güvenlikleri ile birlikte bir ileri bir geri yüzüp duran majesteleri de ikinci doğum haberini çoktan almış bir yandan sevinirken bir yandan da endişe içinde bekliyordu. Ve sonunda beklenen gerçekleşti. Kraliçe ikinci doğumu sağ salim atlatmayı başardı. Aşırı yorgun düştüğü için toparlanması uzun sürecekti fakat hayatı bir tehlike görünmüyordu. Fakat bebeği gören herkes şaşkınlık dolu bakışlar ve derin bir sessizlik içinde kalmıştı. Kutsal rahibe bile duasını bir anda yarıda kesmiş ve ne diyeceğini bilemez haldeydi. Kraliçe "Ne oluyor? Bebeğim hayatta mı bir şey söyleyin!" diye endişeyle sorduğunda rahibe yapraklara sardığı bebeği endişeli bir şekilde kucaklayıp "Şaşkınlığımızı affedin kraliçem, ikinci prenses hayatta fakat tanrılar onun için zor bir hayat seçmiş. Ne yazık ki bunu düzeltmenin bir yolu yok." diyerek bebeği ilk sütünü içirmesi için kraliçeye uzattı. Herkes gibi kraliçe de çocuğu ilk gördüğünde büyük bir şok yaşadı fakat diğerleri gibi korku duymadı. Çünkü bebeğe olanları diğerlerinden daha iyi biliyordu. Eskiden nerden geldiğini hiç unutmamıştı üzerinden bir asır geçmesine rağmen bedeni ve ruhu o dünyadan izler taşıyordu. Bu izler şimdi çocuğuna geçmişti. İkinci kızı bir denizkızı değil insan olarak dünyaya gelmişti.


Onu doyururken rahibeye hakkındaki söylentilerin gerçek olduğunu ve sahiden de insanların dünyasında bir büyücünün laneti sebebiyle dönüşüm geçirdiğini anlattı. Kral o zamanlar daha bir prensti ve onu yaralı halde bulduğunda aşık olmuştu. Elbette aralarında sır yoktu kral her şeyi biliyordu. Uzun süre evine dönemediği için acı çekmesine rağmen burada yeni bir yuva kurup huzuru bulmuş ve sevgilisi ve ona gönlünü açan halk için elinden geleni yapan ve ülkeyi şefkat ile yöneten bir kraliçeye dönüşmüştü. Böyle bir durumla karşılaşabileceği hiç aklına gelmemişti ama yine de bu mucizevi bebeğe sarıldığında şaşkınlığı pek fazla sürmemişti. Neden sonra bunları konuşurken birden yüzü düştü. Bu bebeği suyun içinde büyütemezdi. O dakikadan itibaren kraliçe hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ah sevgili kızını burada tutamazdı. Ama onunla başka bir yere de gidemezdi. Bu durum karşısında müthiş bir panik ve üzüntü duydu ve en sonunda ağlamaktan baygın düştü.

Olanların haberini alan kral derhal oraya gelmişti. İkinci bebeği görünce aynı duyguları o da yaşadı. Kraliçenin ellerini tutup kendine gelmesi için bekledi. Bu sırada rahibe ve yardımcıları gücünü toplaması için ona hazırladıkları bir ilaç içiriyor ve cildini nemli tutmaya devam ediyorlardı. Deniz halkının bacakları yerine kuyrukları olduğu için susuz ortamda hareket etmeleri hayli zor oluyordu yine de arada bir suya atlayıp ciltlerini nemli tutarak kaygan mağara zemininde kayarak hareket ediyorlardı. İkinci prenses ise annesinin yanında mışıl mışıl uyumaktaydı. O da ikizi gibi kızıl saçlara ve menekşe gözlere sahipti.

Kraliçe uyandığında durumu uzun uzun konuştular. Bebekten ayrı düşmek ne kadar kahredici olsa da onu burada büyütemezlerdi. Bu yüzden akıllarına tek bir çözüm geldi. Kraliçenin insan akrabalarını bulup bebeği korumalarını sağlamaları gerekiyordu. Kutsal rahibeye araştırma görevi verildi ve o da derhal bilicilik tapınağına gitti. Kral bebeğe gelecekte kim olduğunu kanıtlayabilmesi için bir alamet hediye etti. Bebeğin şakaklarına doğru iki baş parmağı ile dokundu ve birkaç sihirli sözcük fısıldadı. Prensesin iki gözünün kenarından şakaklarına doğru üçer tane inci şeklinde dövme meydana geldi. Gümüşi bir şekilde parlıyorlardı ve hiç silinmeyeceklerdi.

Kutsal rahibe nihayet geri geldiğinde gitmeleri gereken yeri ve bulmaları gereken kişiyi öğrenmişti. Bu kişi kraliçenin henüz bir insan olduğu zamanlarda var olan kız kardeşinin torunuydu. İzciler fersahlarca sular aşıp sonunda bir kumsala vardılar ve deniz halkından haberi olan tüccarlardan biriyle buluştular. Kendileri karaya çıkamıyor olsa da varlıklarından haberdar olan tüccarlar sayesinde karadaki işlerini yürütebiliyorlardı. Kilolarca inci karşılığında anlaşma sağladılar ve ismini verdikleri kişiyi bulmalarını istediler. İnciler iş tamamlanınca ödenecekti. Yaklaşık bir ay sonunda tüccarlar yanlarında kaçırdıkları bir genç kız ile geri geldiler. Aranan kişiyi bulmak zor olmamıştı. Genç kız karşısında deniz halkını görünce büyük bir şok yaşadı çünkü onların gerçek olduğundan haberi yoktu. Ondan ne istediklerini bilemediği için derin bir korku duyuyordu. Fakat ona hürmetli şekilde yaklaşıyor olmaları karşısında korkusu yerini şaşkınlık ve meraka bıraktı. Henüz kaçmasından endişe duyulduğu için bağlarını çözmediler ve karadaki casuslarının yönettiği bir gemiye binmesini sağladılar. Böylece krallığa doğru yola çıktılar. Kız hala ona ne yapacaklarını bilmediği için fırsat bulabilse kaçmayı düşünüyordu ama bu fırsatı hiç bulamadı. En sonunda krallığa gelmeyi başardılar.

Bu sırada başka bir yer mümkün olmadığı için kraliçe ikinci prensesi doğum tapınağında tutmaya devam ediyor ve endişeyle bekliyordu. Veliaht sarayı ve doğum tapınağı arasında mekik döküyor ve iki çocuğu ile de eşit ilgilenmeye çalışıyordu. Dadılar da epey yardımcı olsa da yakında ikinci prensesten ayrılacak olmanın düşüncesi yüzünden kraliçe gittikçe daha stresli bir ruh haline sürükleniyordu. Neyse ki iki bebek de güçlü ve sağlıklıydı ve gülücükleri herkese neşe veriyordu.

Beklenen gemi geldiğinde etrafında deniz askerlerinden bir koruma ordusu önlem aldı. Halk olanları uzaktan seyrediyordu. Kral ve kraliçe konuşma için yüzeye çıkmıştı. Genç kız ise gemiden indirilen bir filikaya çıkartılmıştı böylece yüz yüze konuşmak mümkün olacaktı. Kral ve kraliçe takdim edildiğinde karşısında suyun içinde de olsa bir kraliyet ailesi bulan genç kız ne yapacağını bir kez daha şaşırdı ve bu şaşkınlıkla tuhaf bir selamlamada bulundu. Yine de bunun tuhaf ve sarsak bir hareket olduğu kimse tarafından anlaşılmamıştı. Kral "buraya bir anda getirildiğin için ne kadar şaşkın ve korkmuş olduğunu tahmin edebiliyorum." diye konuşmaya başladı. Ve ona uzun uzun kraliçenin kız kardeşinin torunu olduğunu ve aslında aile bağları bulunduğunu açıkladılar. Bütün bunları konuşmak o kadar uzun sürmüştü ki herkesin karnı acıkmıştı. Bu nedenle asıl konuya girmeden önce tanışmayı hazmetmesi için kızı tekrar gemiye gönderdiler ve güzel bir yemek yemesi için gemideki aşçıya emir verdiler. Genç kız büyükannesinin kaybolan kardeşi hakkında anlatılanları hatırlıyordu. Duydukları ile hatıralarını karşılaştırarak yemek boyu düşündü. Olanlara hala inanamıyordu. Yine de onu sadece tanışmak için kaçırmamış olduklarının farkındaydı. Ondan ne isteyebileceklerini merak ediyordu.

İkinci görüşme boyunca kraliçenin doğum hikayesi aktarıldı ve en sonunda ikinci prenses konusu açıldı. Kızın ağzı açık kalmıştı. Gemiyle beraber getirilen özel bir kapsül suya indirilirken hala anlamakta zorluk yaşıyordu. Suların arasında kaybolan kapsül kısa bir süre içinde geri göründü. En sonunda yüzeye çıktığında filikanın yanına yüzdürüldü ve üzerindeki kapak açıldığında içinde uyuklayan ikinci prenses göründü. Kraliçe kapsüle yaklaştı ve bebeğin alnına bir öpücük kondurdu. Filikadaki görevliye verilen işaretle beraber adam gelip prensesi kapsülden aldı. "Onu burada büyütemeyiz ve tek güvenebileceğimiz kişi de sensin." Kraliçe bunları söylerken bir yandan da gözyaşları usul usul akıyordu. Genç kız başta anlayamadı. Görevli bebeği onun kollarının arasına bıraktığında ise yenice aydınlanan zihni dehşete kapıldı. "Ben bunu yapamam!" diye bağırıverdi. Gürültü karşısında ağlamaya başlayan bebek herkesi korkuttu. Kız da refleks olarak onu pışpışlayıp sakinleştirirken hala "ben bebek bakmaktan ne anlarım? Lütfen kararınızdan vazgeçin . Bu büyük bir hata. Üstelik ailem eskisi kadar varlıklı değil ben bir prensese nasıl bakayım?" diye itiraz etmeye devam etti. Kral "endişelenmene gerek yok." derken adamlarına işaret etti. Askerler filikaya bir sandık dolusu inci bıraktı. Kral "her yıl bir sandık daha alacaksınız. Ayrıca karadaki casuslarımız ve güvendiğimiz insanlar size göz kulak olacak ve yanınızda bir dadı bulunacak." diye açıklamaya devam etti. Ayrıca ondan sahile yakın bir eve taşınmasını istedi ki ev çoktan hazırlanmıştı. Böylece kraliçe her yıl gelip bebeğini görebilecekti.

İşte böylece pek de seçme şansı olmadan Eolyn kucağında bir bebek ile yeni evine doğru yelken açtı. Onu kendi kızı gibi büyütmesi istenmişti. Hatta şimdiden onun kızı olduğuna dair kimlik çıkartılmıştı bile. Eolyn ailesini kaybetmiş olduğu için tek başına yaşadığından pek fazla kimseye açıklama yapması gerekmeden taşınmıştı. Yeni evleri deniz kıyısındaydı ve hemen önünde denize doğru uzun bir iskele vardı. Kraliçe her yıl orada onları ziyaret etti. Hatta bazen yaklaşık iki hafta boyunca orada kamp kuruyordu. Uzun yolculuklara alışabildiğinde diğer kızını da yanında getirmeye başlamış ve ikizler böylece birbirlerini tanıma şansı elde etmişti. Kraliçe yaşlandığında bile gelmeye devam etti. Hatta sorumlulukları azaldığında bir yaz boyunca kamp kurar oldu. Böylece iki dünya arasında kurulan bağ her zaman güçlenmeye devam etti.

Son


PİYANİST

Çocukken ne zaman kış gelse ilk karın düşeceği günü bekleyerek ve bunu düşleyerek zamanını geçirirdi. Uzakta yaşayan sevdikleriyle her konuşmasında kar yok mu hala diye sorardı. Aslında kendisi sıcak Akdeniz ikliminde yaşamasına rağmen sevdiği kişilerin şehirlerine kar düşerse onların ne kadar mutlu olacağını hayal eder ve onlar kar görünce kendi görmüş gibi sevinirdi. Bu yüzden ona kar fotoğrafları biriktirir ve kardan adam yapıp mutlaka fotoğrafını atarlardı. Piyanoya yeteneği olduğu için sürekli çalışmalar yapar ve bir gün kar yağan bir gecede büyük bir konser vermeyi hayal ederdi. Çocukken Noel Babaya da inanırdı. Her yıl sonunda dileğini bir kağıda yazıp bahçedeki çam ağacına bağlardı. Ağaç perileri kağıdı Noel Babaya götürür sanırdı. Ama hiçbir zaman cevap gelmezdi. Bir yılbaşında buna çok içerlemiş olacak ki evi süsleyen büyüklerine isyankar şekilde "boşuna uğraşmayın o bir yalancı yılda tek gün çalışıyor ama her zaman iyi bir çocuk olmama rağmen mektuplarımı okumuyor bile!" diyerek herkesi şaşırttı. Evin süslenmesini ve tarçınlı kurabiyeler yapılmasını hak etmiyordu Noel Baba. Bunun üzerine ona şöyle söylenmişti "sen iyi bir çocuksun ve bir gün insanların kalbini titretecek kadar harika şeyler yaptığında emin ol senin için gelecektir. Belki de seni test ediyordur. Bak hemen su koyuverdin. Böyle olmaz umut etmeyi bırakmayacaksın."

İnsanların kalbini nasıl titretebileceğini böyle harika bir şeyi nasıl yapacağını bilemiyordu. Bir an için umutsuzluğa kapılır gibi oldu ve bunu nasıl yapacağını sordu. Annesi "sen piyano çalarken benim hep kalbim titriyor dedi. Belki bu yeteneğini ilerletirsen birçok insanın kalbini titretebilirsin." diye yol gösterdi. Evet bu müthiş bir fikirdi. Bir gün gerçekten de kar yağan bir gecede büyük bir konser verecek ve Noel Babayı oraya gelmeye ikna edecekti. Bu isyanlı yılbaşından sonra ailesi onun uçan geyikleriyle dolaşan dedeyi beklediğini daha önce fark etmediklerine üzüldü ve her yıl onun mektubunu ağaçtan alıp gizlice ne dilediğine baktı. İstediği şeyler basit ve kolay bulunur şeylerdi bu nedenle ona sanki geyikli adamdan geliyormuş gibi hediyesini alıp bir de mektubuna cevap yazmaya başladılar. "Mektuplarının hepsini aldığımdan ve cevizden yapılma çekmecemde sakladığımdan emin olabilirsin minik kaplumbağam. Takdir edersin ki dünyada çok fazla çocuk var ve hepsi de senin kadar şanslı değil. Bazı zor durumdaki çocuklara öncelik vermemi anlayışla karşılayacağını biliyorum. Bir gün seni hayal ettiğin o konserde ziyaret etmek isterim. Lütfen bunun için çok çalış ve elinden geleni yap." gibi birçok mektup yıllar içinde birikirken o da daha iyi bir piyanist olmak için çalışmaya devam ediyordu.

Zaman geçip büyürken yıllar geçti. Yavaş yavaş yetişkin olmaya başladığında hayatın kaosu içinde yuvarlanırken herkes gibi çocukluğu soluk bir fotoğraf karesi gibi kalmış ve eski dileklerin yerini yenileri almıştı. Artık çocukça inanışları olmamasına rağmen iyi bir piyanist olduğu için mesleğini o dileğini hatırlamasa bile tüm kalbini ortaya koyarak yapıyordu. Her sabah uyanmak, çalışmak, yollarda geçen zamanlarda bir şeyler okumak, boş zamanlarda arkadaş buluşmaları ve sohbetler ve akşam olduğunda gece tüm güzelliği ile güneşi sakladığında ve dünya sustuğunda aklına gelen fikirleri notları ve sesleri bir düzene koyup kafasını dinlerken içtiği günün o son sütlü kahvesi.. ve yorgunlukla rüyasız geçen uykular. Her şey bir rutine dönüşmüştü. Tüm çabası gelecek konser içindi şimdi. Her konser öncesi aşırı heyecanlansa bile sahneye çıktığında ve piyanonun tuşlarına dokunduğunda tüm dünya dışarıda kalırken müthiş bir huzurun içine düşerdi. Yine de bu konser ona farklı hissettiriyordu. Öncekiler yerel minik konserlerdi ama ilk defa başka bir şehirde büyük bir kalabalıkla karşı karşıya kalacaktı. İçinde garip bir neşe ve daha büyük bir heyecan vardı. Sebebini tam olarak bilemiyordu.

Yine rutin bir kahvaltıdan sonra hazırlanıp otelden çıktı. Birkaç gündür prova yaptığı halde içinde ne olduğunu hala anlayamadığı o heyecan ve telaş nedeniyle hafif bir gerginlik yaşıyordu. Kulise varıncaya dek birçok yüzü selamlamış birçok detayla ilgilenmişti. En sonunda akşam oldu. Konser alanının üzeri açıktı ve yıldızlı bir gece olması bekleniyordu. Olur da yağmur yağarsa işler kötüleşirdi, yine de çalmaya devam edeceğine karar vermişti. Kalabalığın sesi ve konuşmalarının uğultusu kulise kadar geliyordu. Kalbi gittikçe hızlanıyordu. Beklemek her zaman en korkutucu olandı. Zaman geldiğinde ışıklar söndü ve sadece piyano aydınlatıldı. Neredeyse yılbaşı olduğu için etrafta çok fazla aydınlık vermeyen fenerler ve minik ledler vardı. Böylece kalabalıkla göz göze gelmeyeceği için biraz rahatlayabildi. O kadar büyük bir alandı ki bütün şehir oraya gelmiş gibiydi. Buradan sonra hemen uçağa yetişip bir sonraki şehirde düzenlenen konserine yetişmeliydi.

Sahneye çıktığında sonsuz bir sessizlik ve karanlık çevrelemişti etrafını. Yerine geçti ve bir iki saniye odaklanmak için bekledi. Ve sonunda parmakları büyük bir aşinalıkla tuşlar üzerinde gezinmeye başladı. Berrak notaların sesi karanlıkta yankılanırken seyirciler ellerindeki minik kalp şeklindeki ledleri yakıyor ve piyanoya eşlik eden şarkının sözleriyle sanki denizdeki yakamozlar gibi dalgalandırıyorlardı. İlk defa piyanoya sesiyle eşlik ediyordu ve ortamın büyüsünü bozmaktan korkmuş olsa da tam tersi gerçekleşmiş herkes büyülenmiş gibi müziğe kendini kaptırmıştı. Dakikalar birbirini kovalayıp konser sona erdiğinde önce garip bir sessizlik oldu. Bir an şüpheye düştü. Neden böyle sessiz olduklarını merak ediyordu. Kalbi çarpmaya başladı. Fakat hemen sonra büyük bir alkış yağmuru koptu. Herkes adını söyleyip tezahürat yapıyor ve deli gibi alkışlıyordu. İşte o anda kar yağdığını yeni fark etti. Ve çocukluğunu anımsadı. Kar yağarken piyano çalmıştı. Üstelik herkes o kadar etkilenmişti ki her birinin yüreğinin titrediğini hissedebiliyordu. Yerinden kalkıp selamını verirken alkışlar devam ediyor adeta yer tezahüratlarla sarsılıyordu. Gülümsedi. Tüm yüreğiyle.

Son


DASMİ

Kral Midas'ın kuzeni Dasmi, Midas'ın uğradığı lanete içerlenip isyankar davranışlar sergilerken ve günahkar cümleler savururken göklere, başına gelecekleri az çok tahmin etmesi gerekirdi. Fakat bunu idrak edemeyecek kadar öfkeliydi. Göklerden cevap gecikmeden geldi. Kuzeninin uğradığı lanetin daha beteri ona layık görüldü. O günden itibaren topuklarıyla bastığı her yerde alevler filizlenecekti. Bu nedenle lanete uğradığı dakika ayaklarının altından fışkıran minik alev huzmeleriyle paniğe kapılıp önce yatağını ve örtülerini ardından tüm odasını küle çeviren bir yangın başlatmıştı. Sarayından dışarı çıkana dek adım attığı her yeri alevler sarmış ne olduğunu anlamadan koşmaya devam etmişti. En sonunda kendini kovaladığını sandığı alevlerden kaçarken bir dereye atlamış ve yanmaktan kurtulmuştu. O gece saraydaki yangını söndürmek sabaha dek sürmüş, bu sırada sudan çıkmayı her denediğinde adım attığı çimenlerin alev aldığını görünce sorunun kendisinde olduğunu anlamıştı.

Suyun içinde tir tir titrerken kahinleri ve doktorları başına toplamış, topuklarından çıkan alevleri gösterip neler olduğunu söylemelerini istemişti. Kahinler uzun uzun konuşup kaynayan üç ayaklı kazanlarına bakıp en sonunda lanete uğradığını açıklamıştı. O anda yaptığı hatayı anlasa da her şey için çok geçti. Kuzeni Midas eline eldiven takıp durumunu idare edebiliyordu fakat kendisi yangın çıkarttığı için yere basmadan ne kadar süre yaşayabilirdi? Ayağına metal ayakkabılar giydirmeyi denediler ama metali eriten topukları yüzünden zor anlar yaşadı. Seramikten ayakkabılar erimedi ama öyle ısındılar ki bütün ayakları yanık içinde kaldı. En sonunda kahinler bunun tek bir çözümü olduğunu söyledi. Ejder gümüşünden bir fincanla göklere sunu yapıp af dilemeliydi. Dasmi emir verdi ve en büyük savaşçılar göreve çağırıldı. Ejder gümüşünü alıp gelmeyi başaran savaşçıya büyük bir dilek dileme hakkı verilecek ayrıca yüklü miktar altın ile ödüllendirilecekti. Böylece savaşçılar sarp kayalıklarla yükselen dağın tepesinde yuvalanmış ejderlerin yuvasından gümüş almak üzere uzun yolculuklara çıktılar. Ama giden geri gelmiyor veyahut başarısız olarak dönüyordu. Böylece aylar geçti. Dasmi suyun içinde beklemekten yorulduğu vakit adım atacağı yerlere kovalarla sular taşıdılar. En sonunda bu da meşakkatli gelince enteresan bir tekerlekli araba yapılıp ayaklarının hiçbir yere değmemesi sağlandı. Bundan böyle nereye gitmek isterse onu oraya doğru iten birileri oluyordu.

Aylar ayları yıllar yılları kovaladı. Dasmi bazen ufak bazen büyük yangınları kazara başlattıysa da çok zarar ziyan olmadan atlatmışlardı. Derken sonunda bir savaşçı bir avuç ejder gümüşüyle dönmeyi başardı. Bu mucize karşısında ödül vaat edilen altın hemen verildi. Dileği veliaht prens olmaktı. Dasmi mecburen bunu kabul etti. getirilen gümüşten ancak miniminnacık bir fincan yapılabildi. Büyük bir kutsal tören hazırlandı ve Dasmi bu minik gümüş fincan ile sunusunu yapıp yakardı. Kahinler sunak önünde hiç kalkmadan yedi gün dua etmesini tembihlemişlerdi. O da öyle yaptı. En sonunda yedi gün geçip tören sonlandığında yardımcıları yanına gelip iki kova su ve bir kucak çimen getirdiler. Oturmaktan yorulduğu için adamları kollarından tuttu ve tekerlekli arabasından kalkıp çimenlerin üzerine bastı. Eğer yangın çıkacak olursa hemen su dolu kovanın içine atlayacaktı. ikinci kova da ateşlerin üzerine dökülecekti. Neyse ki duaları kabul olmuş görünüyordu. Yangın çıkmadığını görünce etrafta deli gibi koşturdu. Ve savaşçının dileğini kabul etti. Zaten hiç çocuğu olmadığı için güçlü bir savaşçıyı veliaht seçiyor olmak çok da yanlış değildi. İşte bu alev topuklu Dasmi'nin hikayesiydi.


SON


HERMES

Bugünlerde göklerde çalışmak da epey zor olmaya başlamıştı. İnsanların derdi yaptığımız onca işe rağmen azalmak yerine artmaya devam ediyordu. Elimizi verip kolumuzu kaptırmış durumdayız resmen. Kaç kez kurulu toplayıp toplu eylem yapalım iş bırakalım bir süre kapıları kapatalım denilse de bir türlü oy birliğine varamadık. Zaten bunları yapsak cefasını yine biz çekeceğiz çünkü bu fenalıkla dolu bücürleri tek başına bıraksak evreni başımıza yıkarlar mazallah. El mahkum işimizin başındayız her daim.

Ama benim derdim yalnız insanlarla olsa yine bir nebze baş edebilirdim. En büyük sıkıntıyı komşularım ve daha üst katlarda oturan aile büyüklerinden çekiyorum. Hermes aşağı Hermes yukarı, Hermes şunu getir bunu götür. Aman kabus gösterme, şuna musallat ol zihnini karıştır da beni öfkelendirdiğine pişman olsun.. zibilyon tane kaprisleriyle uğraşıyorum şu Olimposluların. Hayır kuryelik işinde hız kazanayım diye ayağıma kanatlı ayakkabı vermekten başka ne bir maaş bağladılar ne de sigortam var. Yemek yemeye ihtiyaç duymadığım için şanslıyım.

Bu kadar işin arasında bir de adım hırsızlar tanrısına çıktı. Çobanların tanrısı olarak mutluydum oysa ki. Hepsi Zeusun başının altından çıkıyor da bir şey söyleyemiyorum yoksa şimşeği kafama yerim kalan aklım da bu uğurda uçar. Bazen diyorum ki insanların arasına karışıp bir süre saklanayım da bensiz bir işi yapamadıklarını anlayıp değerimi bilsinler ama şu pamuk gibi vicdanım yok mu ah ah hep o yüzden duruyorum.

Olimposlular akıllı uslu dursalar insanların işlerine daha kolay yetişeceğim. Her şeye karışıp her şeye öfkelenip ani kararlar aldıkları için iki dünyanın işleri birbirine giriyor. Troia savaşı da bunlar yüzünden çıkmadı mı zaten? Hele Narkissosun trajik sonu ah zavallı ne de hoş çocuktu.. Daphne'ye olanlar, zavallı Adonisin sonu.. bir de çocuğun hatırası için Anemon çiçeği yarattılar, hatalarını çiçek kokusuyla kapatabilirlermiş gibi.. onca olay yetmiyor gibi Nekropoller ile Kayros arasında mekik dokumam gerekiyor. Yemin ederim bıktım valla. Kendimden bir kopya icat edip adımı değiştirip kaçıcam en sonunda. Hermes Hermes diye diye başınıza taş düşecek bi gün.

Keşke Olimposta doğmak yerine Kayra Han'ın çocuğu olaydım. Hah bak yine çağırıyor şimşeğini sallayarak saçı sakalına karışan beyimiz. Bir traş olmayı öğrenemedi ama bilmediği oyunbazlık yok. Gideyim de yeni bir dağ devirmesin. Ah benim çileli başım..

Son


(kharoon olcaktı)


AĞLAYAN AŞIK KULÜBESİ

Patesia'da her zamanki gibi sıradan bir gündü. Güneş tüm neşesi ile baharı aydınlatıp tatlı tatlı parlarken Kandelion dağının zirvesindeki karları eritiyor ve buz gibi taze suları şehrin akuadük ve çeşmelerine ulaştırıyordu. Agorada dükkanların gölgelenmesi için stoa yeterliydi ama yine de bazısı onun da kenarından tente uzatıp altında satmak için beklettiği tavuk ve keçileri dinlendiriyordu. Yarın büyük bir at yarışı ve dövüş turnuvası başlayacağı için kent epey kalabalıklaşmıştı.

Ben Orestano ise bu fırsatla seferleri ikiye çıkartmış ve kazancımı arttırmıştım. Sabah seferinde insanları Kandelion sırtındaki eski tapınağın unutulmuş yolunu takip ederek ilahi bir gezintiye çıkartıyor akşamüzeri güneşin batışını fırsat bilerek de bir tekne turu ile denizin ortasındaki bir resifin üzerine kurulmuş eski bir kulübeyi ziyarete götürüyordum. Bu gezilerden her birinde kişi başı iki feline kazanıyordum ki bir felinenin bir kutu zeytinyağı ettiğini düşünürsek epey kârlı oluyordu. Elbette tapınağa girip ziyaret etmelerini sağlasam da denizdeki Ağlayan Aşık kulübesini ziyaret ettirmiyordum. Öncelikle efsanenin büyüsü bozulursa bu benim işlerimi bozacağı için ikinci olarak da harabe çökerse vs birine bir şey olursa müessese olarak sorumluluk alamayacağımızdan dolayı herkes teknede kalıp hikayeyi dinlemek ve biraz korkmakla yetinmek zorundaydı.

İsmi Ağlayan Aşık olduğu için bu kulübeyi genelde çiftler ve yeni aşıklar ziyaret ediyordu. Eh böyle olunca hazin hikayenin büyüsü de daha etkileyici ve daha korkunç geliyor olmalı. O kadar korkarlar ki kimse tekneden aşağı inmeyi düşünmez bile zaten. Teknenin kaptanı ve rehber olarak ben ve sadık yardımcım Curio her seferi sanki ilk defa yapıyormuşuz gibi heyecan duyarız. Bu heyecana müessesemizin medarı iftiharı gemimiz Tozca da gıcırdayarak eşlik eder. Karada bizi bekleyen biricik eşim daima yolluk sandviçler ile kuruluşumuzun en büyük destekçisidir. Tozca denizde ilerleyip karadan açıldıkça güneş iyice alçalır. Beklediğimiz o büyülü sis kendini göstermeye başlar. Resife yaklaştıkça gri sis iyice opaklaşır. En sonunda istediğim kadar yaklaştığımda kulübenin iskelet gibi görünen silüeti belirginleşir. Sisin kıpır kıpır bulutların arasında, gıcırdayan tahtalarından çürük balık ve yosun kokusu olduğumuz yere kadar ulaşır. Dalgalanan suyun etkisiyle hareket eden biz değiliz de o an sadece bu yapıymış gibi görünür.

Bu garip kokuların ve sisin kemiğe işleyen soğuğunun da etkisiyle bir büyücünün lanetiyle deniz kızına dönüşen sevgilisi için bu kulübeyi yapan zavallı aşığın hüzünlü hikayesini anlatmaya başlarım ve herkes hikayeyi dinlerken gözlerini ondan ayıramaz. Bu aşamada aşıklar birbirine sarılıp el ele tutuşurlar elbette bu da korktuklarını gösterir. İşte o zaman teatral şekilde anlatmaya devam ederim ve sesimi oldukça alçak tutarım ki büyü bozulmasın. Zavallı aşık bu kulübeyi inşaa ettikten sonra sevgilisiyle resiflerde buluşmaya devam etmiş . Ancak olanlar karada yaşayan insanların kulağına gitmiş. Ve söylentiler çıkartmışlar. Bu deniz kızının pullarından ele geçirip kaynatınca kaynayan suyun altına dönüşeceğine inanmışlar. Söylentiler zalim kralın kulağına da gitmiş. Emir vermiş genci ve deniz kızını avlasınlar diye. Özellikle denizkızını getirene büyük bir ödül verecekmiş. Bir gece sisin içinden kayıklar gizlice eve yaklaşmış. Denizkızını ve genci sohbet ederlerken bulup aniden balıkçı ağlarıyla yakalamışlar. Gencin başında ödül yokmuş bu yüzden onu ağın içine hapsedip kulübenin duvarlarına çivilemişler. Bakın işte şu yıkılmayan sağlam duvarın üzerindeki büyük dairesel çivi kalıntıları onun izleri işte. Gencin bağırıp yalvarmasına rağmen kızcağızı kayığa koyup krala götürmüşler. Kral onun bütün pullarını tek tek kopartmış sıradan bir balık gibi. Denizkızı bu işkenceye dayanamamış ve oracıkta ebediyete gitmiş. Pulların işe yaramadığını görünce pullarıyla beraber gerisin geri denize bırakmışlar. Ama suların içinde kaybolurken yeniden canlanması artık mümkün değilmiş. Genci de kulübede öylece unutmuşlar. Aslında bilerek unutmuşlar çünkü serbest bıraksalar onun ne yapacağını bilememişler. Denizkızının ruhu buradaki sise dönüşmüş. Gencin ruhu da kulübede attığı çığlıklar gibi çığlıklara dönüşmüş. İkisi de her akşam burada bu şekilde sonsuza dek buluşmaya devam edecekmiş. Kulübeye yaklaşan kim olursa olsun onu da denize atacak ve sonsuza dek kimseyi buraya yaklaştırmadan var olmaya devam edeceklermiş.

İşte hikaye böyleydi. Arada sırada kulübeden gelen gıcırtılar sahiden de bir adam çığlık atıyor gibi sisin içinde yankılanıyordu. Bir süre daha sessizlik içinde bekleyince evin yıkık duvarları içinde sürtünen rüzgarın ve resife çarpan dalgaların sesi de korkunç çağrışımlar yapar. Böylece herkesi korkutup turu tamamlar ve eve dönerken karaya yaklaştıkça rahatlayışlarını belli etmeden gülerek izlerim. Curio da tam istediğim zamanlarda havlayarak ortamda gerilim yarattığı için akşam yemeğinde iyi bir parça sulu et hak ettiği için mutlu durumda olur. Kıyıda bizi biricik eşim Lenola elinde bir fenerle karşılar. Herkese bizi tavsiye etmelerini ve tekrar beklediğimizi söylemeyi unutmayız elbette. İşte böylece meşalelerle aydınlatılan sokaklardan eve doğru dönerken agoranın içinden geçip ozanlardan birinin çaldığı bir türküyü dinleyerek güzel Lenola'm ile bir dansı es geçmeden neredeyse bütün baharı ve yazı böyle tur işleri ile geçirir, kışın ise yaz boyu Lenola'nın arazide baktığı yarış atlarının ve boğaların satışı için büyük kente gideriz.

Son

14 Aralık 2021 Salı

DİLLERİN KÖKENİ


 



Hayat zor. Das leben ist hart. Life is hard. Life, Leben, La vie. Diller, kelimeler hep aynı. Germence, Saksonca, Latin, Kafkasya. Hepimizde aynı dil. Kırmızı ve yumuşak.

Germen, Sakson öncesinde acaba neydiler? Daha yerel diller zamanı. Diller tarihi. İnsan yemek yemeyi keşfedince önce dil organı gelişiyor. Sonra yemek yerken biri gelip elinden yemeğini almak isteyince alma, yeme, dokunma derken eline vururken yabancının, konuşmayı keşfediyor insan.

Birbirlerinin ellerine vuruyorlardı büyük olasılıkla, kemiklerle. Dil deyince konuştuğumuz dil bir de insanın organı dil var tabii. Mağara adamı boh demiş, ordan demişler burası Bohemya, harg harg demişler ordan Hwarang çıkmış, zonk demişler Zonguldak olmuş zamanla.

İnsan zamanla gelişmiş tabii. 10 sözcükle konuşmaya başlamış, param yok, acıktım, yemek yap, biz bi aileyiz. Halen günümüzde çok insan 100 sözcükle konuşuyor. Yani insan dili çok ilerlememiş ama organ dil için uzun diyenler oluyor, dilin pabuç gibi.

İlk insanlar bebekler gibi agu bugu diyerek anlaşıyormuş. Birçok kelime doğanın taklidiymiş. Mesela, çatırtı kelimesi. Belki şimşeğe çat çat dediler, duyulan sesin taklidi. Bir de aralarında kendi dillerini yaratanlar var, bazen iki kişinin konuşmasını dinlersiniz, bir şey anlamazsınız, çünkü aralarında yerleşmiş kodlar, simgeler vardır.

Diller böyle gelişti işte. Tabii komik açıdan bakınca.

9 Aralık 2021 Perşembe

ÇOCUKLUK

 




Küçükken anneannemin evindeki yüklükte oynardım arkadaşlarımla. Duvara gömülü büyük bir yüklük vardı. Yorgan yastık pike seccade havlu konan. Tavana yakın yerde ikinci katı vardı yüklüğün. İlk katın zemini ahşap, ikinci katın zemini ise betondu. Üst katın dışarıya doğru açılan kare şeklinde bir kapısı vardı. Arkadaşlarım oraya merdivenle çıkardı, aşağı ip atarlardı, ben bakkal olurdum aşağıda.

Anneannemin bir komşusu vardı, komşunun kızı gübre fabrikasında çalışırdı. Her gün sıvı gübre üretirdi. Gübre kokardı hep. Anlatırdı bana, gübreler patlayıcı yapımında da kullanılırmış, o yüzden belli miktardan fazla gübre satın alınamazmış.

Çocukken hayat daha güzel tabii. Şimdi, bazen bir yer olsa diyorum kaçsam gitsem kimse bulamasa. Çocukken ne güzeldi. Anneannemin eteğinde uyurdum öğleden sonraları, saçımı severdi, sonra divanda balkonda gölge uykusu zamanları, sıcakta kafamı yastığın altına koyardım, buz gibi olurdu. Şimdi öyle her şeyi bırakıp uyuyamıyor insan.

Anneannemlerle birlikte onların kasabalardaki arkadaşlarına giderdik. Açık sinema vardı. Matrix filmini, Kenan İmirzalıoğlu’nun silahlı bir filmini hatırlıyorum. Onların Fantom süpürgesi vardı. Devasa bir şeydi. Küçükken biraz esmer ve kıvırcıktım. Dayım dalga geçerdi benimle. Seni abdal çadırından aldık diye, onlar da kıvırcık esmer olur ya. Göçebe çadırlarında yaşayanlar yani, Çingen de denir, düğünlerde çalgı çalarlar.

Yüksek dağlara kar yağardı, okula gidip gelirken soğuk olurdu, eve dönerken Allah’a dua ederdim, Allahım nolur rüzgar esmesin diye, ben küçüğüm yağmurda fırtınada uçarım giderim, nolur esmesin, bir cahillik ettim, az yedim, hafif oldum, esmesin, kıymasın bana derdim. Çizgi film karakterleri gibi.

7 Aralık 2021 Salı

PARKTAKİ TEYZE

 




Maçka Parkının girişinde kediler köpekler çoktur. Kedi daha çok. Bunları besleyenler de var tabii. Bazı teyzeler akşamları Burger King benzeri yerlerden artık tavuk parçalarını, kemiklerini toplayıp poşete koyup getirip parkta dağıtıyorlar, bazen de sabahları dağıtıyorlar.

Market sonrası parkın girişine geldiğimde girişte bir teyze gördüm, zayıf bir teyze, biraz beli bükülmüş, kapüşonlu, elinde poşet ile içeri giriyordu ama güvenlikçiler durdurdular, parkta birkaç tane milletvekili varmış, bir şeyleri inceliyorlarmış.

Teyze, sesini yükselterek, ben bu parka girerim, bu semtte oturuyorum, yıllardır bu parka gelirim, bu park benim, önümü kesemezsiniz, dedi. Güvenlikçiler biraz direndiler, teyze, parka kim gelirse gelsin, ben devletim, girerim, diye üsteledi.

Milletvekilleri duymuşlar konuşmaları, geldiler girişe, teyzenin yanına, ne oldu, ne istiyorsunuz diye sordular, teyze de, ben güvenlikçilere açıkladım, size bir daha açıklamam diye söylendi ve yürüyüp parka girdi, kimse ses çıkaramadı, kediler köpekler hemen yanına geldiler, onlara emir verdi, dur sen sana sonra, önce sana filan gibi hepsiyle konuştu, hepsi de onu dinlediler.

Parkın girişine gelen halktan başka kişiler de teyzeyi alkışladılar.