12 Haziran 2025 Perşembe

KAÇIŞ 3


(Yakınlarda gördüğüm çok uzun bir rüyayı bölümler halinde yazıyorum)


Bölüm 3: Sessizlik Yolu

Gece çökmüştü ama Nehir’in uykusu bir türlü gelmiyordu. Yabancı bir ülkede, terkedilmiş bir evin içindeydi, yaralıydı ve yanında kim olduğunu tam olarak bilmediği bir adam vardı. Alek köşede oturuyordu, sırtı duvara yaslanmış, silahını dizlerine dayamıştı. Uyuyormuş gibi görünüyordu ama nefesindeki ritim, bir gözünün hep açık olduğunu fısıldıyordu.

Nehir battaniyeyi biraz daha sıkı sardı kendine. “Neden yardım ediyorsun bana?” diye sordu sessizce.

Alek gözlerini açmadan cevap verdi.

“Sabaha kadar dinlen. Yarın tren garına ulaşmamız gerek”

“Bana gerçekten yardım mı ediyorsun, yoksa başka bir planın mı var?” Nehir’in sesi titriyordu ama sorusu netti.

Alek gözlerini açtı, sessizlik içinde ona baktı. Gözlerinde bir anlığına tereddüt belirdi ama sonra başını çevirdi. “Şimdilik aynı yoldayız. Gerisini sonra konuşuruz” dedi.

Nehir cevapsız kalan bu yanıtla bir şeyin varlığını hissetti: Adam ona yardım ediyordu, evet. Ama bu yardım sadece vicdanla açıklanamayacak kadar karmaşıktı.

---

Sabah, gri bir ışıkla geldi. Kar yağışı durmuştu ama sokaklar hâlâ beyaz örtüyle kaplıydı. Alek erkenden kalktı, evin arkasındaki küçük ahırın içine gizledikleri çantaları aldı. Nehir’i uyandırmadan önce kısa bir telsiz konuşması yaptı. Rusça konuşuyordu ama cümleleri kısaydı, sanki dinlenmekten korkuyormuş gibi.

Nehir gözlerini açtığında adam çoktan hazırdı.

“Gitme vaktimiz geldi” dedi Alek. “Çok dikkatli olmamız lazım. Bugün trenle değil yayan ilerleyeceğiz. Bir sonraki kasabada başka bir rota var”

Nehir kalkmaya çalışırken acıyla inledi. Omzundaki sargı açılmamıştı ama hareket ettikçe ağrısı şiddetleniyordu.

Alek göz ucuyla onu izledi ama yaklaşıp yardım etmedi.

“Yavaş. Dikkat çekme. Buradan sonra senin iyi yürümen gerek” dedi sadece.

---

Yola çıktıklarında sokaklar neredeyse boştu. Çoğu insan hâlâ içerideydi ama uzaktan siren sesleri duyuluyordu. Birkaç sokağı dolandıktan sonra Alek aniden Nehir’i kolundan çekerek bir çöp konteynerinin arkasına itti. İkisi de yere çömeldi.

Siyah bir zırhlı araç ağır ağır geçti. İçindeki askerler önlerine bile bakmıyordu ama Alek’in yüzü gerilmişti. Nehir, onun ne zaman duracağını, ne zaman hızlanacağını ezberliyordu artık. Sanki adam şehirle bir olmuştu. Nereye saklanacağını, hangi binadan ses geleceğini önceden biliyordu.

Sonunda kasabanın dışına çıkan dar bir patikaya girdiler. Ağaçlar arasından yürürken Nehir dayanamadı.

“Biriyle konuştun telsizde. Kimdi o?”

Alek yürümeye devam etti, cevap vermedi. Sessizlik ağırlaştı.

“Benim hakkımda bir şey mi biliyorlar? Neden peşimdesin?”

Alek durdu. Ardına döndü, gözleri Nehir’in gözlerine kilitlendi.

“Bilmemen gereken şeyler var, Nehir” dedi.

“Ve eğer öğrenirsen… artık geri dönüşün olmaz”

Bir süre ikisi de konuşmadan yürüdü. Rüzgarın sesi ve karların altında ezilen adımları dışında hiçbir şey yoktu.

---

Öğleden sonra küçük bir kulübeye ulaştılar. Alek kapıyı zorlayıp içeri girdi. Tozlu ama güvenli görünüyordu. Nehir içeri girince, Alek çantasından bir parça ekmek ve soğuk konserve çıkardı.

Nehir tam yemeğe uzanırken, adam çantasını dikkatlice açtı ve içinden küçük bir USB bellek çıkardı. Çantanın içinde bir yere takılmış ince, neredeyse görünmez bir banttan sökmüştü.

Ona fark ettirmeden çantasına geri yerleştirdi. Ama Nehir bir şeyin farkındaydı. Gözleri kısıldı.

Bir şey saklıyordu.

Ve bu şey belki de onunla ilgiliydi.

(devam edecek)

30 Mayıs 2025 Cuma

KAÇIŞ 2




(Geçen hafta gördüğüm rüya çok uzun olduğu için bölümler halinde yazmak istedim. Rüyanın adını KAÇIŞ koydum, her bölüme de farklı isim koydum)


Bölüm 2: Geçit

Tren garının kalabalığı savaşın uğultusuyla birleşip kulakları tırmalayan bir karmaşaya dönüşmüştü. Duyularım hâlâ bulanıktı, ne tam iyiydim ne de hâlâ hastaydım. Alek’in koluma hafifçe dokunuşuyla kendime geldim. Kalabalığın arasındaydık ama birbirimize çok yakındık, aksi hâlde bir anda kopup kaybolabilirdik. Üzerimde eski, Rusça yazılarla etiketlenmiş bir hasta montu vardı. Yüzümün büyük kısmı atkıyla kapalıydı. Gözlerimden başka beni ele verecek bir şey kalmamıştı.

Alek yavaşça eğilip kulağıma fısıldadı:

“Tren kuzeye gidiyor. Sınırdan geçmeden önce ineceğiz. Sessiz ol. Kimseye bakma, kimseyle konuşma”

Başımı salladım. Kalabalık içinde hareket etmek ne fiziksel ne de zihinsel olarak kolaydı. Herkes bir yerlere gidiyordu ama kimse nereye olduğunu bilmiyordu. Gözüm bir noktaya takıldı. Küçük bir çocuk annesinin elini bırakmış, kafasını kaldırıp çatlak duvardaki bayrağa bakıyordu. Onun gözleriyle karşılaştım. Boşluktu. Savaş her şeyi emmişti.

Trene bindiğimizde içerideki hava dışarıdan farksızdı. Kirli, boğuk ve tedirgin. Alek beni boş bir kompartımana oturttu. Kendisi kapının yanında ayakta durdu. Elindeki sahte belgeleri kontrol ediyor gibiydi ama gözleri sürekli bana kayıyordu. Herkesin kendine göre bir maskesi vardı. Onunki sabırlıydı.

Bir süre sessizlik oldu. Sadece trenin raylarda çıkardığı metalik inilti. İçimden bir dua ettim mi bilmiyorum ama sessizliğe sığındığımı hatırlıyorum. Bir noktada başım yana düştü. Uyuyakalmışım.

Uyandığımda tren durmuştu. Kompartımanda yalnızdım.

Kapıdan dışarı fırladım. Kalabalık aşağı inmişti. Hava pusluydu, sis gibi ama daha ağır bir şey vardı havada. Gözüm Alek’i aradı. Kalbim çılgınlar gibi atmaya başladı.

Sonra, az ilerideki trenin arka vagonunda, kapıdan bana bakan gözleri gördüm. Alek. Elini kaldırdı. Sakince.

Yaklaştım. Kapıyı araladı.

“Buradan yaya devam edeceğiz” dedi.

Artık trenin dışında, soğuk bir ormanın kenarındaydık. Bu sınır değildi ama sınırdan önceki son noktaya gelmiştik. Gece düşmeye başlamıştı.

Ağaçların arasında yürümeye başladık. Ay ışığı yer yer dalların arasından geçip toprağa gölgeler düşürüyordu. Ayak seslerimiz dışında hiçbir ses yoktu. Zaman zaman durup dinliyorduk. Alek hep öndeydi. Ben biraz geriden, yorgun ama kararlı adımlarla onu takip ediyordum.

Bir noktada durdu, elini kaldırdı.

“Gece burada kalacağız. Devam edersek yakalanabiliriz”

Ağaçların arasında gizli küçük bir kulübeye sığındık. İçeride bir ocak vardı ama ateş yakamazdık. Işık, her şeyi mahvedebilirdi.

Bir köşeye oturdum. Nefesim hâlâ düzensizdi. Alek cebinden bir parça kuru ekmek çıkardı, sessizce uzattı. Aldım, başımı sallayarak teşekkür ettim. O da bana başıyla karşılık verdi. Konuşmadan anlaştık.

Kısa bir sessizlikten sonra, fısıltıyla sordu:

“İsmini hâlâ söylemedin”

Baktım. Gözlerinde o soğukkanlı maskenin ardında bir kırılganlık vardı.

“Sen de seninkini söylemedin” dedim.

Gülümsedi. İlk kez.

“Alek”

Yutkundum.

“Ben...”

Kendi ismimi söylerken duraksadım. Ne fark ederdi? Bu dünyada artık kimdim ki?

“Nehir” dedim sonunda.

“Güzel” dedi sadece. Sonra gözlerini uzak bir noktaya dikti.

“Nehirler hep bir yöne akar. Seninki eve doğru akacak”

O gece uyuyamadım. O da uyumadı. Sadece aynı sessizliğin içinde, birbirimizin varlığını hissederek sabahladık.

Ve dışarıda, karla karışık bir rüzgar yükseliyordu.

(devam edecek)

27 Mayıs 2025 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ 296



Ağaç Ev Sohbetlerimiz devam ediyor. Her hafta bir sohbet konusu buluyoruz ve o konuda yazıyoruz. Herkes yazabilir, herkes sohbet konusu bulabilir.

Haftanın konusu: "Uluslar arası şirketler, markalar, bizimki gibi gelişmekte olan ülkelerde gittikçe daha çok yer alıyorlar. Avantajlı bir durum mu bu?"

Gelişmekte olan ülkelerde uluslar arası markaları görmek gün geçtikçe daha popüler oluyor. Bizim ülke yabancı markalar için bir cennet gibi.

Bunun bir iki yararı var gibi. Ekonomiye katkı ve iş olanakları. İki zararı var gibi. Yerel markaların yok olması ve yerel ürünlerin daha az satması.

Uluslar arası şirketler gelişmekte olan ülkelere gelince (üstelik ülkemiz gelişmekte olan ülkeler sınıfından gerileyen ülke sınıfına düştü, Almanya, Yunanistan, İtalya vize başvurularını reddediyor, Japonya da artık vize başvurularını reddedecekmiş, Türkler çok pisletiyormuş çevreyi, yakında Mısır bile engelleyecekmiş. Ülkemiz Sudan ile eş tutuluyor artık) biraz para da getirmiş oluyor, endüstri, ticaret canlanıyor.

Yerel halk da çalışan veya yönetici olarak bu şirketlerde çalışıyor. Ikea, Bauhaus'da çalışanlar gibi.

Ama yerel ürünlerin şansı azalıyor, çünkü uluslar arası markalar çok tanınıyor. Starbucks gibi. Ayrıca yerel şirketlerin bu büyük markalarla yarış etme şansı da yok. Bu nedenle işyerleri kapanıyor.

Bu nedenlerden dolayı dezavantajları daha fazla gibi duruyor.

İsteyen ve zamanı olan herkes yazsın işte!

22 Mayıs 2025 Perşembe

KAÇIŞ




(Bu sabaha karşı bu rüyayı gördüm. Rüya çok uzundu. O yüzden bölümler halinde yazmaya karar verdim. Rüyanın adı KAÇIŞ olabilir. Her bölüme de farklı isimler koyarım)


GÖLGELER ARASINDA

Kışın ortasıydı. Rusya'daydım. Neden orada olduğumu bile tam hatırlayamıyordum ama bir hastanedeydim. Bir ameliyat mı geçirmiştim? Kaza mı geçirmiştim? Belki de sadece düşmüştüm. Bilincim o kadar bulanıktı ki. Ama bir şey kesindi. Savaş patlak vermişti.

Sınırlar kapanmıştı, iletişim ağları çökmüştü. Ülkeme dönememiştim. Başta, hastanede olduğum için şanslı sayılırdım. Gözetim altındaydım, doktorlar en azından insani davranıyordu. Ama dış dünya değişmişti. Ve ben bunu odama ulaşan çığlıklardan, patlamalardan ve koridorda panikle koşuşturan ayak seslerinden anlamaya başlamıştım.

Hastanenin gri duvarları arasındaki o küçük odada tek başımaydım. Penceresizdi. Dışarının ne halde olduğunu yalnızca duyabiliyordum. İyileşmem gerekiyordu. Çünkü doktorlar artık korumuyordu bizi. Rusya’daki yabancı vatandaşlara karşı olan öfke büyüyordu. Savaş, maskeleri düşürmüştü. Şimdi herkes ya düşmandı ya da hedef.

Yataktan kalkacak gücüm yoktu. Vücudum ağırdı. Belki de sedyeye bağlıydım. Zaman zaman rüya ile gerçeklik birbirine karışıyordu. Uyandığımda başka bir günde, başka bir sessizlikte oluyordum. Ama o gün. O gün farklıydı.

Birden dışarıdan korkunç sesler yükseldi. Silah sesleri. Ardından kalın Rusça bağırışlar. Sonra bir kadının çığlığı. Ayak sesleri yaklaşıyordu. Derin bir panikle yorganın altına saklandım. Nefesimi tuttum. Kalbim boğazıma tırmanıyordu. Kapı açıldı. Ayak sesleri yavaşça içeriye girdi. Örtünün altından onları göremiyordum ama sesini duydum:

“Litsó. Pokazhi litsó.”

(“Yüzünü göster”)

Kıpırdamadım. Sonra ses tekrar etti, bu kez daha yumuşak bir tonla.

Örtüyü yavaşça indirdim. Karşımda bir adam duruyordu. Siyah bir mont giymişti, üniformaya benzemiyordu. Saçları dağınık, yüzü sakallıydı. Bakışları keskin ama garip bir şekilde sakinleştiriciydi. Eğildi, “korkma” dedi fısıltıyla. Parmak ucunu dudaklarına götürüp “sus” işareti yaptı.

Birden kapının arkasında başka askerler belirdi. Adam hızla ayağa kalktı ve onlara Rusça bir şeyler söylemeye başladı. Yüzü aniden değişmişti. Soğuk, emir veren birine dönüşmüştü. Sanki ben yokmuşum gibi. Onlara benim Yunan olduğumu, olaylara karışmadığımı söyledi. “Bırakın ben ilgileneyim” dedi. Askerler başlarını sallayıp diğer odalara yöneldi. Adam kapıyı kapattı. Bana döndü.

“Ben bizdenim. Ajanım. Yardım bekleyemezsin. Diğerlerini kurtaramam ama seni çıkaracağım buradan. Şimdi dinle”

Bana bir kağıt verdi, içinde sahte bir kimlik vardı. İsmim “Elena Petrou” olmuştu. Yaşım, milliyetim, dilim değişmişti. Ama yaşamak için gerekiyordu.

Bir saat sonra bir ambulansla hastaneden çıkarıldım. Adam—sonradan adının sadece “Alek” olduğunu öğrenecektim— beni sahte belgelerle bir tren garına götürdü. Orası kaotik bir yerdi. Kalabalık, gürültü, çığlıklar, valizler, kaçışan insanlar. Herkes bir yere gitmeye çalışıyor, kimse nereye gittiğini bilmiyordu. Alek elimi sıktı:

“Konuşma. Göz teması kurma. Sadece beni takip et”

Trene bindik. Vagon eskiydi, camları buğulu. İçerisi tıklım tıklımdı ama bana bir yer ayarlamıştı. Yorgundum. Ne zaman gözlerimi kapasam, hastanedeki bağırışları duyuyordum. Sokaklara çıkarsam başıma ne geleceğini, kimin ihbar edeceğini bilemezdim. En güvenilir yüz bile düşman olabilirdi.

Alek, bir istasyonda beni usulca kolumdan çekerek indirdi. Hemen ardından tren tekrar hareket etti. Geriye dönmek imkansızdı artık. Bir ara sokaktan geçtik, sonra başka bir araca bindik. Ufacık bir köy evinde saklandık bir gün boyunca. Alek radyodan haber dinledi. Ardından yüzüme baktı:

“Yarın yola çıkıyoruz. Orman yolundan sınıra ulaşacağız. Orada bizi bekleyen biri olacak”

Gece çok soğuktu. Camdan bakarken, uzakta bir yerde bir patlama sesi daha duyuldu. Titredim. Ama bu kez korkudan değildi. Hayattaydım. Kaçıyordum. Kurtuluyordum.

Ve o an, içimde garip bir duygu doğdu. Bu yaşadıklarım rüya gibi değildi. Gerçekti.

Ama sonra, tren garındaki yürüyüşümde, her şey ağırlaştı. Sesler bulanıklaştı. Alek’in sesi uzaklaştı. Bir uğultu. Kalabalığın içinde kayboldum.

Gözlerimi açtım. Yatağımdaydım. Gerçek dünyada.

Ama hâlâ kulağımda çınlayan o fısıltı vardı:

“Korkma. Seni çıkaracağım buradan”

(devam edecek)

17 Mayıs 2025 Cumartesi

KİTAPLAR 7

 


TEK YALNIZ BEN DEĞİLİM

Jean-Louis Fournier

YKY, 145 sayfa

Fournier, Fransız yazar, komedyen. Kitapları anlatı tarzında. Kendi yaşamını edebiyatlaştırıyor. Kitapları kısa ama yoğun. Hayatındaki dramatik anları, dönemleri biraz hüzünlü biraz da kara mizah ile anlatıyor. Alaycı bir dili var. Ancak çok etkileyici.

Bu kitabında gündelik yaşamdaki yalnızlığını oldukça detaylı ve her açıdan yazmış. Gerçekten de yalnız. Kimse yok etrafında. Eşi, eve bakan kadın, evcil hayvanı, herkes gitmiş. Bu duruma hem üzülüyor, eleştiriyor hem de alay ediyor kendinle.

Rahat okunuyor, dili akıcı, anlatımı oldukça çarpıcı. Not:4/4


NEREYE GİDİYORUZ BABA?

Jean-Louis Fournier

YKY, 102 sayfa

Fransız edebiyatçı Fournier bu kez de yaşamının başka bir yönünü anlatıyor. Eşi ile iki çocukları oluyor, ikisi de sıra dışı özel çocuklar. Bu çocuklarla yaşamak çok zor.

Yazar, bu iki özel çocukla hayatını bazen kederli, bazen eleştirel ama yine acı bir komiklikle anlatmış. Rahat okunan bir vurucu dil. Not:4/4


KARDAN ADAMIN KÜLLERİ

Işıl Işık

Artemis Yayınları, 358 sayfa

Işıl Işık bir internet ünlüsü. Paranormal ve korku videolarıyla, hikayeleriyle tanınıyor. Çok sayıda romanı da bulunuyor. Bu romanı bir Ankara polisiyesi. Keyifli, sürükleyici ve sonu sürprizli bir çocuk kaçırma hikayesi.

Arka arkaya çocuk kaçırma eylemleri başlar şehirde. Komiser Devin’in oğlu da kaçırılır. Devin komiser önce eski kocasından şüphelenir. Ancak sonra işler değişir. Ekibiyle çocukların peşine düşer. Tek bir ipucu vardır. Çocukları kaçıranlar olay bölgesinde birer kardan adam kartpostalı bırakırlar.

Rahat okunan bir polisiye. Not:3/4



AFTER THAT NIGHT

Karin Slaughter

Harper Collins, 424 sayfa

Amerikalı suç, gerilim yazarı Slaughter günümüzün en iyilerinden, ödüller de alıyor ve düzenli yazıyor, yılda bir roman çıkarıyor ve hepsi de çok satanlara giriyor.

Sara, genç bir kız iken tacize uğruyor, bununla başa çıkıp bir doktor oluyor. Hastanede çalışırken, tacize uğrayan bir kız gelir, onun tedavisini üstlenir.

Bu tacizler devam eder. Sara, İstihbarat görevlisi Trent ile ortaklık kurar ve tacizcilerin peşine düşerler. Slaughter her zaman heyecanlı, meraklı yazıyor. Türkçeye de çevrilmekte kitapları. Not:3/4


THE BOYFRIEND

Freida McFadden

Sourcebooks, 364 sayfa

McFadden, son yıllarda gerilim romanları ile ünlendi. Aynı zamanda doktor olan yazar ülkemizde en çok Hizmetçi serisi ile tanınıyor. Serinin ilk romanı sinemaya da uyarlanacak.

Sydney, New York’ta yalnız yaşayan bir kadın. Polis erkek arkadaşından ayrılır. Ardından bir doktor ile ilişkiye girer. Doktor her yönden mükemmeldir ancak biraz fazla kusursuzdur.

Heyecanlı bir cinayet romanı. Geçmişin etkisiyle ortaya çıkan takıntıları anlatan bir gerilim. Not:3/4