(Yakınlarda gördüğüm çok uzun bir rüyayı bölümler halinde yazıyorum)
Bölüm 3: Sessizlik Yolu
Gece çökmüştü ama Nehir’in uykusu bir türlü gelmiyordu. Yabancı bir ülkede, terkedilmiş bir evin içindeydi, yaralıydı ve yanında kim olduğunu tam olarak bilmediği bir adam vardı. Alek köşede oturuyordu, sırtı duvara yaslanmış, silahını dizlerine dayamıştı. Uyuyormuş gibi görünüyordu ama nefesindeki ritim, bir gözünün hep açık olduğunu fısıldıyordu.
Nehir battaniyeyi biraz daha sıkı sardı kendine. “Neden yardım ediyorsun bana?” diye sordu sessizce.
Alek gözlerini açmadan cevap verdi.
“Sabaha kadar dinlen. Yarın tren garına ulaşmamız gerek”
“Bana gerçekten yardım mı ediyorsun, yoksa başka bir planın mı var?” Nehir’in sesi titriyordu ama sorusu netti.
Alek gözlerini açtı, sessizlik içinde ona baktı. Gözlerinde bir anlığına tereddüt belirdi ama sonra başını çevirdi. “Şimdilik aynı yoldayız. Gerisini sonra konuşuruz” dedi.
Nehir cevapsız kalan bu yanıtla bir şeyin varlığını hissetti: Adam ona yardım ediyordu, evet. Ama bu yardım sadece vicdanla açıklanamayacak kadar karmaşıktı.
---
Sabah, gri bir ışıkla geldi. Kar yağışı durmuştu ama sokaklar hâlâ beyaz örtüyle kaplıydı. Alek erkenden kalktı, evin arkasındaki küçük ahırın içine gizledikleri çantaları aldı. Nehir’i uyandırmadan önce kısa bir telsiz konuşması yaptı. Rusça konuşuyordu ama cümleleri kısaydı, sanki dinlenmekten korkuyormuş gibi.
Nehir gözlerini açtığında adam çoktan hazırdı.
“Gitme vaktimiz geldi” dedi Alek. “Çok dikkatli olmamız lazım. Bugün trenle değil yayan ilerleyeceğiz. Bir sonraki kasabada başka bir rota var”
Nehir kalkmaya çalışırken acıyla inledi. Omzundaki sargı açılmamıştı ama hareket ettikçe ağrısı şiddetleniyordu.
Alek göz ucuyla onu izledi ama yaklaşıp yardım etmedi.
“Yavaş. Dikkat çekme. Buradan sonra senin iyi yürümen gerek” dedi sadece.
---
Yola çıktıklarında sokaklar neredeyse boştu. Çoğu insan hâlâ içerideydi ama uzaktan siren sesleri duyuluyordu. Birkaç sokağı dolandıktan sonra Alek aniden Nehir’i kolundan çekerek bir çöp konteynerinin arkasına itti. İkisi de yere çömeldi.
Siyah bir zırhlı araç ağır ağır geçti. İçindeki askerler önlerine bile bakmıyordu ama Alek’in yüzü gerilmişti. Nehir, onun ne zaman duracağını, ne zaman hızlanacağını ezberliyordu artık. Sanki adam şehirle bir olmuştu. Nereye saklanacağını, hangi binadan ses geleceğini önceden biliyordu.
Sonunda kasabanın dışına çıkan dar bir patikaya girdiler. Ağaçlar arasından yürürken Nehir dayanamadı.
“Biriyle konuştun telsizde. Kimdi o?”
Alek yürümeye devam etti, cevap vermedi. Sessizlik ağırlaştı.
“Benim hakkımda bir şey mi biliyorlar? Neden peşimdesin?”
Alek durdu. Ardına döndü, gözleri Nehir’in gözlerine kilitlendi.
“Bilmemen gereken şeyler var, Nehir” dedi.
“Ve eğer öğrenirsen… artık geri dönüşün olmaz”
Bir süre ikisi de konuşmadan yürüdü. Rüzgarın sesi ve karların altında ezilen adımları dışında hiçbir şey yoktu.
---
Öğleden sonra küçük bir kulübeye ulaştılar. Alek kapıyı zorlayıp içeri girdi. Tozlu ama güvenli görünüyordu. Nehir içeri girince, Alek çantasından bir parça ekmek ve soğuk konserve çıkardı.
Nehir tam yemeğe uzanırken, adam çantasını dikkatlice açtı ve içinden küçük bir USB bellek çıkardı. Çantanın içinde bir yere takılmış ince, neredeyse görünmez bir banttan sökmüştü.
Ona fark ettirmeden çantasına geri yerleştirdi. Ama Nehir bir şeyin farkındaydı. Gözleri kısıldı.
Bir şey saklıyordu.
Ve bu şey belki de onunla ilgiliydi.
(devam edecek)