Zamanın elinde birer birer söndü yıldızlar
Vhalar’ın kızıla boyanmış kayıkları
Batıyorken altında gelgitlerin
Okyanus esintisinde gizlenmişti ağıtlar
Haykırdı denizkızı keskindi nefesi
Keskindi geceden
“Bakın, bakın şu diyarlara”
“Bakın!” diye haykırdı bir daha
Özgürlüğün kan köpüklü kıyıları
Unutuldu çoktan denizcilerin hayalleri
Hayalleri ve dilekleri
Batıyordu Vhalar’ın kayıkları
Batıyordu maviliğin karanlık koynuna
Hatırladığından daha sertti
Daha sertti yurdunun dalgaları
Haykırdı göklere son narasında
“Bakın şu denizkızının işine!”
Zambaklar sararıp dökerken yapraklarını
O mehtaplı gecenin içinde
Gözlerini açtı bir uykuya
Görkemli kıyıların savaşçısı
Kaldı geriye bir tek dalgaların sesi
Ve kaldı geriye denizkızının şarkısı
Son
EITHA (Eitha 2)
Eitha okyanus rüzgarlarının ve soğuğun sürekli dövdüğü yoksul bir balıkçı kasabasında yoksul bir ailede doğup büyüdü. Kimi zaman rüzgar kasabayı öyle bir sallardı ki tuz ve yosunla karışmış bir koku çürümüş ahşap evler ve iskelelerin arasından yükselir bu sırada sallanan tahtaların gıcırtısı bir canavarın aç midesinden gelen gurultular gibi bölgeyi sarardı. Kasabanın sırtını dayadığı yüksek tepelerin en yukarısından bile bu koku ve gıcırtılar işitilirdi ve bu yüzden kasabaya sirenlerin çürük midesi anlamına gelen Kokharkan Koht-tiyan ismini takmışlardı. Ama kısaca Koht veya Koht-tiyan derlerdi.
Yoksulluk ve hayatta kalma kaygısı tüm kasaba halkı gibi zavallı kızın ailesinin belini öyle bükmüştü ki annesi hissizleşmiş babası şefkat duygusundan arınmış ve her şeye karşı duyarsız hale gelmişlerdi. Bu yüzden Eitha sevmek ve sevilmek nedir bilmeden büyümüştü. Bir babanın kızının saçlarını okşamasındaki o sıcaklığı hiç tatmamıştı. Ve bir annenin kucağının güvenini hiç hissetmemişti. Her zaman yaşamında bir eksiklik olduğunun farkındaydı ama bunun ne olduğunu bile bilmiyordu. Çünkü sevgi diye bir şeyin varlığının bile farkında değildi. Bu eksiklik ona karnı ağrıyormuş hissi verirdi. Sevgi ihtiyacı onda her gün ve gece kalbinde veya midesinde bir sorun var da hastaymış sanmasına yol açardı. Saf çocuk. Bu yüzden daima nane veya papatya toplayıp bunların çayını içerek şifa bulmak için dua ederdi. Yemyeşil taze nane çayı eşliğinde göklere bir yakarış... Eitha bu kırgın ve sefil hayatın içinde huzuru gökleri, tanrıları ve ışıklar içindeki kahramanları düşleyerek bulurdu. Bir gün onu duyacaklarını biliyordu. Ah nane çayı.. belki de gerçekten her şeyin çözümü buydu. Sorunlar bu kadarla kalsaydı..
Dehşetin fırtınaya karıştığı bir gecede görmüştü Eitha, ışığın ve kutsallığın cisimlenmiş hali olan Vhalar'ı ilk defa. Kasabayı kokuşmuş çürüyen etlerinden yayılan ölüm kokusuyla Gölge'nin müritleri çirkin yaratıklar sarmış ve bütün evleri talan etmiş, Eitha'nın ailesiyle beraber kasabadaki herkesi katletmişti. Zavallı kız aklını kaçırmanın eşiğinde fakat yaşadığı trajedinin şokuyla donup kalmıştı. Gözlerinde düşmeden kirpiklerinde asılı kalmış iki damla yaş duruyor, yangınların aleviyle aydınlanan cildi yağan karın etkisiyle buz tutuyordu. Konuşacak, bir kelime fısıldayacak takati kalmamıştı. Umuda dair en küçük bir kırıntı bile içinden silinmişken Vhalar ve emrindeki denizciler kıyıdaki sislerin içinden ay ışığını içlerinde taşıyan zırhlarıyla birer kıvılcım gibi fırlayıp gelmişti. O kızıl geceyi elindeki kılıçla yıldırım gibi ikiye bölüp sabah olmadan aydınlatmıştı ışığın ruhu Vhalar. İşte o gece böyle kurtarılmıştı Eitha ruhunun gölgeye düşmesinden. Ve böylece Vhalar'ın emrine girip bir denizci olarak kutsal ışık adına Gölge'ye karşı savaşmaya adadı kendini. Bu olay kadim şiirlerde bile işlenmişti sonradan.
Bu konuda yeteneği ilahi bir güç gibi her geçen gün artıyordu. Normalde herkesin tek bir uzmanlığı olmasına rağmen o hem silahında ustalaşmış, hem şifa yeteneği kazanmıştı ve ayrıca güçlü büyülü kalkanlar yaratabiliyor ve düşmanın zihnine girip onu kontrol edebiliyordu. Herkes Eitha'nın sanki sıradan bir insan değil de aslında göklere aitmiş gibi bir ruh gücüne sahip olduğunu düşünmeye başlamıştı. Böyle karmaşık bir ruh gücü sayesinde bir gün Vhalar ve diğer kutsal komutanlar gibi bir kahramana dönüşeceği belliydi. Böylece zaman içinde kimsenin olmadığı kadar bir hızla yükseldi ve Vhalar'ın sağ kolu oldu. Savaşta ikisini yan yana gören düşman artık çoğunlukla kaçıp saklanıyordu. Işık yavaşça gölgeye galip oluyor gibiydi. Yeryüzünün her yerinden zafer haberleri yayılıyordu. İkilinin beraber aynı yolda yürümesiyle Gölge'nin sonsuza dek yok edileceğine dair bir inanç askerler, yüksek rütbeliler, kahramanlar ve göklerdeki tembel tanrılar arasında bile fısıltılarla dolaşıyordu. Böylece ikisine evliliği yakıştırdılar ve müthiş kutlamalarla bir düğün kuruldu. Vhalar için bu önemli bir karar değildi. O sadece düşmanı nasıl daha iyi yok edeceği ve kendi üstleri ve göklerin engin görüşleri ve arzusunu umursardı.
Fakat sevgiye aç büyüyen ve Vhalar'a hayranlığı giderek artan Eitha ona çoktan vurulmuştu. İşte iki ilahi komutan göklerin emriyle bu şekilde evlendi. Buna en çok göklerdekiler sevinmişti çünkü Gölge haddini aşarak onları da tehdit eder olmuştu. Bu evliliği ışıkla kutsadılar. Fakat Chronos bile gelecekten bihaberdi.
İkili kutsal savaşlarına devam ederken Eitha'nın bir bebek beklemesi trajik bir sonun başlangıcı oldu. Eitha bu durumun sonucunda savaştan elini ayağını çekti. Aradığı gerçek sevginin çocuğunda olduğunu hissediyor ve tüm dünyası ondan ibaret hale geliyordu. Vhalar ise savaştan savaşa koşuyor, eve bir kez bile uğramıyor ve çocuğunun neye benzediğini bile merak etmiyordu. Aklı fikri Gölge'deydi. Onun o çirkin yaratıklarının insanları katlettiğini daha fazla görmek istemiyordu. Eitha savaşı terk ettiğinden beri de düşman daha da kuvvetlenmişti.
Eitha gittikçe yayılan savaşın alevinden oğlunu korumak için kimseye haber vermeden gizlice ücra bir köye saklandı. İhtişamdan ve saraylardan uzakta kendi yaşamının başlangıcındaki gibi köhne bir balıkçı kasabasıydı bu. Orada her şeyden uzakta huzuru bulacağına inanıyordu. Fakat bilmediği bir şey vardı. Köy halkı çocukların eti ve kanıyla bir Gölge canavarını besliyordu. Onu besleyerek ölüler dünyasından kurtarıp yaşayanlar dünyasına geçirerek göklerden intikamlarını alacaklarını düşünüyorlardı. Çünkü artık açlık ve sefalet içinde yaşamaktan bıkmışlardı. Gölge yaratığının hayata dönmesi için gereken son kurbanın oğlu olmasını ise Eitha hiç beklemezdi.
İşte böyle bir kez daha kendini dehşetin kucağında buldu Eitha. Oğlunu kucağından söküp aldıklarında köylülerin bir cadıdan alıp çayına attığı baharatın sersemleten uyuşukluğu içinde karşı koymaya gücü yetmemişti. Yine tüm umutları yüreğinden sökülmüşken Vhalar'ı üzerindeki kutsal ışığın aydınlığında geceyi alevlendirirken gördü. Eitha onun göklerden avuçlarında topladığı yıldırım ve yıldızların alevlerini görür görmez sevgilisinin ne yapmak istediğini anladı. Ciğerleri sökülürcesine Vhalar'a evladının canı için yakardı.
Gölge yaratığı sunakta dirilmek üzereydi ve hiç zaman kalmamıştı. Ona sunulan son çocukla da bütünleşmek üzereydi. Çocuğun bilinci sonunda kapanmış ve ruh özütü sonuna kadar çekilmişti. Vhalar topladığı yıldırımları ve yıldız ateşlerini hızla fırlattı. Böylece ritüel bıçak gibi kesiliverdi. Fakat zavallı çocuk da küle karıştı. Eitha küle dönüşmeden önce evladının "anneciğim!" diye seslendiğine yemin edebilirdi. Sonunda aklının mizanı paramparça olmuştu. Bu dünya defalarca her şeyi ondan sökerek almıştı.
Tüm bu trajedinin ve kaosun ortasında dirilmekte olan yaratığın özütünün geride kalan küçük bir parçası küllerin arasında hayatta kalmayı başarmıştı. Eitha'nın çıldırmış zihnini, parçalanmış ruhunu ve yüreğine dolan öfkeyi hissedince karanlık pençelerini ona yöneltmeye karar verdi. Feryatlar içindeki annenin zihnine sızıp fısıltılar bıraktı. "Zavallı Eitha... Göklerdeki ulu ve ışıklar içindeki tanrıların ve kutsal savaşçıların gözünde bir zerre kadar bile bir değeriniz yok..." işte böyle çeldi onun aklını "Senin dileklerini işitmeye tenezzül bile etmez onlar. Fakat ruhunu bize sunarsan sana tanrı kuvvetini vereceğiz."
Göklerde kara bulutlar yeniden toplandı o anda. Deliliğe düşen zihni intikam ateşiyle yanıyordu. Histerik bir sesle "Bunu kabul ediyorum..." cümlesi hafifçe döküldü kanı çekilmiş dudaklarından. Böylece Gölge ile birleşip yekvücut oldu Eitha. Tenindeki aydınlık cennet ışığı yerini karanlığa bıraktı. Mavi gözleri bir çift kuyu gibi simsiyah incilere dönüştü. Altın sarısı saçları gölgeden daha siyaha, kutsal ışıklar içindeki aurası bir karadeliğin karanlık enerjisine dönüştü. Acı dolu her anısı zihnine doldu. Gölge Varlıkları böyle beslenip güç buluyordu. Çığlıkları işitenlerin kulak zarlarını parçaladı. Nefreti ve öfkesi arttıkça Gölge Yaratığı kontrolü ele geçirdi ve daha da güçlendi.
Artık sadece intikam için nefes alan Eitha'nın avuçlarında kutsal ışığa karşın karanlık yıldız alevleri bulunuyordu şimdi. Her şey o kadar hızlı gerçekleşmişti ki kimse daha ne olduğunu anlayamadan tüm gücüyle Vhalar'ın üzerine yürüdü. Ve işte böylece karanlık ve aydınlık iki yıldızın savaşı başlamış oldu.
Son
ELINA (Eitha 3)
Sislerin içinde ağır hareketlerle ilerledi Melek Elina. Ağaç kökleri ve taşlarla sınırları çevrelenmiş ayna gibi pürüzsüz suyun başına gelince bir süre ayakta durup sıradan kişilerin göremediği bir şeyleri görebiliyormuş gibi önce çevreye sonra da suya baktı. Bir insan boyu kadar genişliği olan bu su birikintisi akılların alamayacağı bir derinliğe sahipti. Elina sol eliyle ileri doğru hayali bir şeyleri fırlatıyormuş gibi bir daire çizdi. Bu sırada hayali gül yaprakları gecenin içinde gerçeğe dönüşüp suyun üzerine düştüler. Ay ışığı çevredeki her şeyin konturlarını gümüş bir kalem gibi çiziyor geriye kalan şeyler ise gölgeler içinde kalıyordu. Elina diğer elinde taşıdığı tütsüyü sonunda ayaklarının dibindeki taşların ve yabani otların arasına bıraktı. Yasemin otu ve bazı başka otların yanarken saldığı aroma her yanı sarmıştı.
Buraya yılda bir defa yapmakla mükellef olduğu ritüel için gelmişti. Ayna ona kimi gösterirse kaderine müdahale edecekti. Pek çok başka şeyden sorumlu başka yazar melekler içinde onunki çok talihsiz bir görevdi. Yaptıklarının sonucu bazen felaketlere bazen mucizelere sebep oluyordu. Fakat kime yardım edeceğini seçemezdi. Karşısına kötülüğe sebep olacak birisi bile çıksa ona yardım etmek zorundaydı. Yıldızlar ondan bunu istiyorsa başka çaresi yoktu. İki elini göğüs hizasında aniden birleştirip avuçlarını birbirine vurdu ve aynı hızla ellerini iki yana açıp avuçlarını yere çevirdi. Bu hareketle yaptığı sihirle beraber avuçlarından çevreye gümüşi bir ışık dalgası fırladı. Ardından bir taht gibi yontulmuş kayaya oturup bekledi.
Alnında uçları yukarı dönük gümüşi bir hilal dövmesi vardı. Gözlerini kapatmış olmasına rağmen bir şeyler olduğunda bunu hissedecek yeteneklere sahipti. Gözlerinin dış kenarından aşağı doğru üçer minik yıldız dövmesi yine gümüş gibi parlıyordu. Bu şekilde görevinin ona verdiği ağırlık altında gözyaşı döküyormuş gibi görünüyordu. Ne kadar süre kıpırdamadan öylece bekledi bilemiyordu. Sonra bir anda gözlerini açtı. Hissetmişti. "İşte başlıyor..." diye düşündü. Suyun içinde figürler belirmişti. Gölge, karanlık pençelerini bir kadının yüreğine geçirmiş onun aklını çelmek istiyordu. Kadın küle dönüşen oğlunu düşündükçe aklını kaybediyordu.
İyi ve kötü arasındaki bir uçurumda süzülen bu zavallı kadının adı Eitha'ydı. Gölgenin çağrısını duymazsa yitirdiklerinin dehşetiyle önce zihni sonra da kendisi yok olup gidecek ve trajik yaşamı bu şekilde son bulacaktı. Fakat yıldızlar kader oyununda onun tarafını seçmiş ve onu Elina'nın karşısına getirmişti. Elina az sonra yapacağı şeyin sonucunda Gölge'nin yeniden güç kazanacağını biliyordu fakat seçim yapma hakkı yoktu. "Öyle olsun.." diye fısıldadıktan sonra tüm nefesiyle suya üfledi. Eitha böylece Gölge'ye kulak verdi. Acısı içinde kor ateşler yakarken Gölge'nin çağrısını "Bunu kabul ediyorum.." diye yanıtladı.
İşte sudaki şekiller geldiği gibi kaybolurken Eitha'nın kaderi böyle değişmiş ve gölgeye işte böyle düşmüştü. Elina yıldızların seçimlerini sorgulayan bir bakışla taştan tahtında bir süre sessizce oturdu. Ardından "Öyle olsun.." diye tekrar ederek yerinden kalktı ve geldiği gibi sessiz adımlarla oradan uzaklaşıp sislerin içinde kayboldu.
Son
İKİ YILDIZ (Eitha 4)
Gece uzundu. Öyle ki günler geçmesine rağmen solgun güneşin yeniden görünmesi bir sonraki hasat zamanını bulmuştu. Bu uzun gece boyunca ne Vhalar bir kez dinlenmişti ne de Eitha. Hiç durmadan devam eden savaşları yaşayanlar dünyasını Gölge'nin ve onun müritlerinin yapabildiğinden daha fazla kaosa sürüklemiş ve bir harabeye çevirmişti. Tek amacı Gölge'yi durdurmak, insanların acılarını dindirmek ve ışığın ve kutsanmış olan her şeyin karanlığın karşısında galibiyetini sağlamak olan Vhalar, bir türlü Eitha'nın öfkesini dindirememiş, onun karanlığa düşen zihnini kurtaramamış ve sevgilisini yeniden ışığa kavuşturup ruhunu arındıramamıştı. Onu Gölge'nin bir müridine dönüştüren trajediyi son anda anlamış olmasına rağmen o sırada yapabileceği hiçbir şey olmamıştı. O makus ritüel sırasında Gölge tek evlatlarını çoktan yok etmiş çocuktan geride kalan bedeni canlı olduğu kadar ruhsuz ve boş bir kabuk haline gelmişti. Ritüelin bitmesine izin vermiş olsaydı çocuğun bedenini ele geçiren Gölge onun kutsallığını kirleterek oğlunun eliyle dünyaya kötülük saçacaktı. Vhalar'ın müdahalesi sadece bu boş bedeni canlanmaya çalışan yaratıkla beraber yok etmek olmuştu. Fakat Eitha bunları asla kabul edemiyor, deliliğe düşen zihni hiçbir gerçeği dinlemiyordu. Ona karşı dil dökmek boşunaydı çünkü artık duyabildiği tek şey karanlığın yıkıcı fısıltılarıydı. Bir zamanlar Vhalar'ın yanında karanlığa karşı savaşırken kazandığı güç ve kabiliyetler ne kadar fazlaysa şimdi karanlık taraftayken de o kadar güçlü ve baş edilemez durumdaydı. İkisinin ruh gücü ve savaş becerileri birbirine denk olduğundan biri diğerine bir türlü galip gelemiyordu. Gölge bu yeni durum karşısında oldukça memnun ve hırslıydı. Eğer Eitha ışığı yenerse artık karşılarında kimse duramayacaktı. Göklerdeki kutsal savaşçılar ve tembel tanrılar ise epey endişeliydi. Çünkü Vhalar'ı bir süredir meşgul eden bu kişisel savaş nedeniyle kumandan ordusunun başına geçemiyor, büyük zaferler yerini feci kayıplara bırakıyor ve her geçen gün bir başka sancak karanlığa düşüyordu. Işığın orduları en güçlü kumandanlarının liderliğini kaybetmiş olmanın şaşkınlığı içindeydi. Diğer kumandanlar ve kutsal savaşçılar Vhalar kadar yetenekli ve güçlü olmadıkları için sancaklardaki hakimiyetlerini gittikçe kaybediyor ve karanlık karşısında daha fazla ilerleyemiyorlardı. Gün geçtikçe yüreklerindeki inanç onları terk ediyor ve her seferinde daha büyük kayıplar veriyorlardı. İşte bu şekilde Gölge yeniden hızla hakimiyeti eline alır olmuş ve bir süredir yaralarını iyileştirmeyi başaran şehirler bile yeniden harabelere dönmüştü.
Günler ve aylar böyle geçip giderken Vhalar ve Eitha hararetli savaşlarının arasında başka hiçbir şeyin farkında olmadan birbirlerini yenmeye çalışıyordu. Gölge öyle güçlenmişti ki dünyanın atmosferini bir koza gibi sarmış ve güneşin bir parça ışığının bile yeryüzüne inmesine engel olmuştu. İki yıldız bu şekilde dünyanın her yerinde çarpışıp dururken bir gün yolları ilk kez karşılaştıkları o ormanın bitimindeki çürük balık kokan kıyı kasabasına düştü. Kokharkan Koht-tiyan yani kısaca Koht veya Koht-tiyan ismi verilen kasabanın adı sirenlerin çürük midesi anlamına geliyordu. Geçmişteki o büyük savaştan sonra burada yeniden bir yerleşim kurulmamıştı ve her şey o gün bıraktıkları gibi duruyordu. Ahşap evlerin çoğu yanmış geride temelleri ve bazılarının da iskeletleri kalmıştı. Arada sırada yağmacıların geride kalan eşyaları talan etmek için uğradığı belli oluyordu. O günkü savaşta ölenlerin iskeletleri her yerde üzerlerini örten yosunların ve otların arasında uzanıyordu. Eitha çocukken yaşadığı evi görünce bir an için duraksadı. Gölge'nin fısıltılarını bile o sırada işitemez olmuştu. Ailesini düşündü. Bir türlü hatırlayamıyordu onlara ne olduğunu. Gölgeye düştüğünden beri hatıraları bir bir yok olmuştu. Neredeyse bir yıldır bilinçsizce ve safi bir öfke ile savaşıp duruyordu. Onun bu duraksaması Vhalar'ı da şaşırtmıştı. Buna ne anlam vermesi gerektiğini bilemedi. Onlar karşı karşıya böylece durup kalmışken denizin üzerinde Vhalar'ın gemileri ve Gölge'nin çirkin yaratıkları savaşıyordu. Komutanlarının yönetimi olmadan denizcilerin durumu pek iyi görünmüyordu ama ellerinden geleni yapıyorlardı. Yaratıklar çeşit çeşit cisimlenmişti. Bazısı ejderhalar gibi kanatlanıp uçarken gemilerin yelkenlerini parçalıyor bazısı suyun içinden ilerleyip gövdede büyük bir delik açtıktan sonra küpeşteye tırmanarak denizcilere saldırıyordu. Vhalar bu kısa an boyunca uzun zamandır çevresinde olup bitenlerin ilk defa farkına varıyordu. Işığa kavuşturmaya çalıştığı dünya rezil bir karanlığa bürünmüş, inançla onu takip eden askerleri büyük bir trajedinin içine düşmüştü.
Sonunda Eitha'yı ışığa geri çağıramayacağını veya onu yenemeyeceğini anlamıştı. O anda kararını verdi. Eitha'ya doğru yürürken silahını yere attı. Lime lime olup yer yer yanmış pelerinini omuzundan çekip fırlattı. Altın sarısı saçlarının arasında duran ışığın tacını da diğer eliyle alıp yere attı. Yapacağı şey yüzünden onu taşımaya hakkı olmayacaktı. Silinmiş hafızası yüzünden hala şaşkın halde yıkıntı halinde duran evine bakan Eitha Vhalar'ın kendisine doğru geldiğini görünce içinde yeniden bir öfke patlaması yaşadı. Neler olduğunu hatırlamıyordu ama bu adamı yok etmek istiyordu. Onu parçalara ayırmak ve ruhunu ateşe atmak istiyordu. İçindeki öfke o kadar büyüktü ki bunun karşısında kendi canı da yanıyordu. Fakat daha hiçbir şey yapmaya fırsat bulamadan Vhalar gelip ona sarıldı. Eitha yine şok içinde kalmıştı. Ruhunu parçalamak istediği bu adam gelip ona sarılmıştı. Bir an bu sarılmaya karşılık verecekmiş gibi hissetti kendini. Hemen sonra onu itmeye ve savaşına devam etmeye çalıştı. Ama boşunaydı. Vhalar bir dua okumaya başlamıştı. Söylediği ilahi ruhundaki kutsal ışığı dışarı çıkarıyor ve ilk karşılaşmalarında küçük Eitha'nın şahit olduğu gibi parıltılar saçıyordu. Fakat Vhalar parıltılar saçmakla kalmadı. Kısa bir an sonra tıpkı güneş gibi bir alev çemberi etraflarını sardı. Vhalar onu yenemeyeceğini kabul ettiği anda ruhunu ikisi için de yok etmeye karar vermişti. Böylece hem Eitha'nın ruhunu bu ızdıraptan kurtaracak hem de dünyayı sürükledikleri kaosa son verecekti. İkisinden sonra ışığın ordularının yeniden bir düzen ve denge bulacağına ve karanlığı yenebileceklerine inanıyordu. Eitha ne kadar çırpındıysa da bir faydası olmadı. Uzaklardan bakıldığında yeryüzüne düşen bir yıldız gibi görünüyorlardı. İşte böylece karanlık ve aydınlık iki yıldızın ruhu yanarak yaşayanların dünyasındaki rollerine son verdi. Onlardan geriye kumsala vuran iki çakıl taşı kaldı. Ruhları yanarken saçtıkları enerji dünyayı saran kozayı dağıttığı için sonunda güneş yeniden yüzünü gösterebilmişti. Ve işte böylece uzun gece artık sona ermişti. Sonrasında olanlarsa artık başka kahramanların ilgi çekici hikayeleri oldu.
Son
KAMP (Eitha 5)
10.02.0187
Çarşamba
Dünyadaki son şehir de düştüğünden beri yıllar geçti. O muhteşem şehirlerden geride terk edilmiş harabeler kaldı. Binalar kendini çoktan doğaya teslim etti ve her yerden yemyeşil taze otlar, çalılar ve fidanlar yeşerdi. Güneşin gücü hissedilir derecede azaldı. Yazları bile geceler dondurucu derecede soğuk geçiyor. Gündüzler ısınmak için yeterli değil. Doğa buna kolay adapte oldu ve yeni türler meydana geldi fakat insanlar için durum aynı değil. Zaten geride bir avuç insan kaldı ve çoğu grupla iletişim kuramıyoruz. En son aldığımız haberlere göre çoğu grup hava şartlarının daha iyi olduğu ekvator çizgisine doğru hareket ediyor. Biz de burada daha fazla kalamayacağımızı anladık. Yarın çıkacağımız büyük yolculuk için hazırlıklar tamamlandı. Belirlediğimiz rotada birkaç grupla karşılaşacağımızı düşünüyoruz. Fakat bunun sonucunun iyi mi yoksa kötü mü olacağından emin değilim. Her şeye hazırlıklı olmak lazım. Yiyecek ve diğer kaynakları bulmak gittikçe zorlaştığı için son zamanlarda insanlar giderek daha vahşi oluyor. İçimde kötü hisler var.
Yolculuk tahminimizden daha zor olacak gibi. Üstelik geceleri hızla hareket edebilen ve avlarının kanıyla beslenen yeni bir tür ortaya çıktı. Hani şu efsanelerde anlatılan vampirler gibi bir yaratık. Görülmesi fark edilmesi çok zor ve onu fark ettiğinde iş işten çoktan geçmiş oluyor. Bu yüzden geceleri etrafa gözcüler koyuyoruz. Bu hem bu yaratıklar için hem de yağmacılar için gerekli bir önlem. Umarım her şey yolunda gider ve tüm kampı güvenle taşıyabiliriz.
Fakat aklımı kurcalayan ve henüz kimseye söylemediğim bir şey beni gittikçe daha çok rahatsız ediyor. Birkaç gece evvel o yaratıklardan biriyle ormanda karşılaşıp şans eseri kurtulduğumda omzuma iki dişini geçirmeyi başarmıştı ve enfeksiyon kaptığım bariz ortada. İki derin diş yarası feci şekilde kızarmış ve şişmiş durumda. Daha önce o yaratıkların elinden kurtulan kimse olmadığı için bir tür zehir taşıyıp taşımadıklarından emin olamayız. Ama kimseyi de endişelendirmenin sırası değil. Umarım ciddi bir durumda değilimdir. Sonuçta haritacı benim ve rotayı takip etmek için rehberliğime ihtiyaçları var. En iyisi güneş yükseldiğinde Haku'ya bir görüneyim. Belki bitkilerle yaptığı merhemler işe yarayabilir. Son günlerde beni güneş de rahatsız ediyor. Kendime büyükçe bir şapka bulmalıyım. Yoksa o sarı parlak ışık beni gerçekten hasta edecek gibi hissediyorum. Belki de gerçekten zehirlenmişimdir. Çünkü yediğim şeylerin de hiç tadı yok. Canım bir şeyler çekiyor ama ne olduğunu da çözemedim. Neyse. Düşünmek çok yorucu, en iyisi sabaha kadar biraz daha dinleneyim.
Son
LORAN VE HAKU (Eitha 6)
Sabah olmasını bekleyemedim. Düşünceler uyumama bir türlü izin vermeyince kuzgun tüyüyle kaplı paltomu üzerime sıkıca giyinip kulübemden dışarı çıktım. Gündüzleri hava yaz mevsiminde 16-17 dereceye ulaşmayı başarsa da geceleri eksilere düşüyor ve genellikle fırtınalı geçiyor. Bu yüzden yolculuk beklediğimizden de zorlu geçebilir. Çünkü yakında kış gelecek. Eski dünyanın mevsimleri şimdi bildiğimizden çok farklıydı. Eskiden belirgin bir yaz mevsimi ve kış mevsimi ve bunların da çok kısa geçiş dönemleri vardı. Fakat şimdi yılın 7 ayı kış ve geri kalanı da hafif bir ilkbahar gibi geçiyor. Güneşin sıcak olduğunu en fazla iki ay hissedebiliyoruz.
Yüzüme çarpıp resmen derimi kesen rüzgara karşı yürüyerek Haku'nun evine vardım. Birkaç yıldır burada kamp kurduğumuz için artık hepimizin bir evi vardı. Hatta burada doğan ilk çocuk da yanılmıyorsam 7 yaşına varmış olmalı. Zavallı şeyler göçebe olmayı ilk defa tecrübe edecek. Bu duruma alışkın olsam da birkaç yılda bu yere alışmıştım ve minik kulübemi gerçekten ev gibi hissetmeye başlamıştım. Ayrılmak biraz kalbimi kıracak ve herkesin de böyle hissettiğine eminim. Haku biraz ağır işittiği için kapıyı epey yumruklamam gerekti. Gören de adam ölüyor sanır. Kapı açıldığında kendimi içerinin sıcağına attım. Böyle bir fırtınada dışarıda olmak akıl işi değil. Benim halimi görünce Haku telaşlanmak yerine “Yine mi sen!” diye azarladı. O benim akıl hocam olduğu için gecenin bir vakti gelmelerime alışkındı. Kafama ne zaman bir şey takılsa onun yanında bitiyordum. Fakat kuzgun paltomu çıkartıp astıktan sonra kazağın omzunu çekiştirerek açtığımda hayalet görmüş gibi geriye birkaç adım atarak kendisinden hiç beklenmeyecek derecede sarsıldı. Onun bu tutumu karşısında gerçekten korkulacak bir hastalığa düştüğümü anladım.
"Durumum bu kadar mı kötü yani?" diyerek onu kendi düşüncelerinden bulunduğumuz boyuta çektim. Bana şimdi de acıyan gözlerle bakıyordu. "Konuşsana Haku! Bitkilerinle bir şey yapamaz mısın?" Bir süre düşünmeye devam ederek sinirlerimi epey yıprattı. Sonra köşedeki masayı gösterip oturmamı işaret etti. Hâlâ tek bir kelime sarf etmiyordu. Onu bu kadar korkutup dilini yutmasına sebep olduysa omzumdaki bu iki diş yarası ölümcül olmalıydı. Belki de ona gelmekte çok geç kalmıştım. Dört gün beklemek yerine hemen ona gelseydim bir şey değişir miydi diye düşünürken Haku bir takım keskin doktor aletlerinin ve sargı bezlerinin olduğu çantasıyla yanıma geldi. Kazağı çıkartmamı söylerken bir yandan da yüzüme hiç bakmadan masanın üzerine serdiği temiz örtüye neşter, makas ve başka aletlerle beraber can yakıcı o iğrenç temizleyici sıvıyı dizmeye başlamıştı. Yaranın içini açıp görmek istiyordu. Dediğini yapıp iki kat giydiğim kazakları çıkarttım. Acıyı daha az hissetmeyi umarak köşedeki odun ateşinin harelerine odaklanıp bana verdiği çayı içtim.
Haku yarayı kesip açtı. Acı hiç de azımsanamazdı ve biraz daha güçsüz olsam bayılabileceğimi hissediyordum. Yara öyle kötü enfeksiyon kapmıştı ki omuzumda bir yumruk kadar büyük bir şişkinliğe ulaşmıştı. Garip bir şekilde içinden kan yerine yeşil bir sıvı akıyordu. Bunu görünce aklımı kaçıracak gibi oldum ve koca bir yetişkin olmama rağmen neredeyse ağlayacaktım. "İçim mi çürümüş Haku? Bu ne böyle yeşil yeşil, küflendim mi yoksa?" diye saçma sapan sorular sormaya başladım. Bir ekmek gibi küflendiğimden endişe ediyordum. Biraz da sarhoş gibiydim ve bu bana az önce içirdiği çay yüzünden olmalıydı.
"Enfeksiyon için neredeyse geç kalıyormuşsun aklın neredeydi senin çocuk?" diye beni azarlarken neredeyse bütün küfümü aldığı ve o yakıcı sıvıyla temizlediği yaramı tekrar dikmeye başladı. Yaranın olduğu yerden bütün vücuduma şu odun ateşi gibi alevler yayılıyordu. Başım dönmeye başladığında Haku beni mumya gibi sarmayı bitirmişti. Zar zor ayakta durabildiğim için beni odanın karşısındaki yatağına taşıdı. Uzandığımda biraz daha iyi hisseder gibi oldum. Bir sandığı karıştırıp şişelerin arasından bir tanesini seçti ve getirip bir yudum almamı istedi. Yarın yola çıkacağımız için odadaki bütün rafları boşaltıp bütün ilaçlarını iki üç sandıkta toplamıştı. Sandıkları taşıyacak olan dışarıdaki kurtların uluması fırtınaya karışıyordu. Onlar insandan biraz daha büyük ama evcil kurtlardı ve soğuk havaya inanılmaz uyum sağlamışlardı.
"Bir gün böyle bir şeyle karşılaşacağımı biliyordum ve eski yazmaları bu yüzden araştırıyordum." dedikten sonra nefes alıp konuşmaya devam etti. Sonunda konuşuyor olması beni rahatlattığı için sözünü kesmeden dinledim. "Doğru şifacının yanında olduğun için şanslı sayılırsın Loran. Fakat benim yapabildiklerimin de bir sınırı var. Yakında kendini çok aç hissedeceksin. Kendini sakın kaybetme. Asla çiğ et yemeye kalkışma. Kendini kötü hissettiğin zamanlarda sana vereceğim ilacı içeceksin ve vahşileşmeni böyle engellemeye çalışacağız. Unutma asla çiğ et yok. Onu bir defa denersen geri dönüşün olmaz. Anladın mı?"
Şaşırmıştım. Ne demek istediğine dair en ufak bir fikrim yoktu. "Çiğ et mi? Vahşileşmek mi? Köpek miyim ben ne diyorsun Haku?" diye sordum. Ama o oldukça ciddi görünüyordu. "Şu an pek insan olduğunu da söyleyemeyiz öyle değil mi? Isırıldın Loran! Bir Opkan tarafından ısırıldın.. Bazı kaynaklarda onlara Vupkan, Ubır veya vampir deniyor. Bizse Gece Gezgini diyoruz. Bir Gezgin tarafından ısırılıp hangi akılla bunu sakladın söyler misin, delirdin mi sen?"
Bana bu kadar kızmış olmasını pek anlamıyordum. Tamam vahşi ve saldırgan yaratıklar ama beni öldüremedikleri için mutlu olmamız gerekmez miydi? Bunu Haku'ya sorduğumda bana şaşkın gözlerle baktı. Eski hikayelerden bahsetti ve ısırılan kişilerin de onlara dönüşebileceği teorisini anlattı. Bu bana epey saçma gelmişti. Enfeksiyondan ölmem dışında bir tehlike olduğu düşüncesini aklım almıyordu. Üstelik bu hikayeler çocukları korkutup ormandan uzak tutmak için anlatılırdı. Gerçek olduğuna dair hiç kanıt yoktu. "Kanıt sensin!" diye bağırdığında gerçekten korktum. Söylediği şeyin gerçek olmasından korktum. Isırıldığımdan beri güneşten kaçınmam, hiç doyuyor gibi hissetmemem ve hep susamış hissetmem hikayelerdeki belirtilerin aynısıydı. Ben.. ben bir Opkan.. Vupkan.. adı her neyse bir Gezgine mi dönüşecektim... Bedenimdeki tüm kan korkudan çekilmiş gibiydi. Kan.. Kan düşünmemeliydim..
Kendimi kaybediyor gibi görünmüş olmalıyım ki Haku kafama elindeki havluyla vurdu. Dikkatimi yeniden ona verdiğimde beni hayattan almasını istemiyorsam sakin olmamı ve odağımı kaybetmememi söyledi. Kontrolü elimde tutarsam bununla yaşayabileceğimi umuyordu. Bana üzerinde iki çakıl taşı bağlanmış olan bir kolye verdi ve hiç çıkartmamamı söyledi. "Atalarımızdan kalan kutsal bir eşya bu. Vhalar ve Eitha'nın yadigarı olduğu söylenir. Sana güç verecektir." diye açıkladı. Bir de şimdilik artık insan olmadığımı.. tamam yani yarı insan olduğumu kendisinden başka kimseye söylemememizin daha iyi olacağını belirtti. Çünkü hâlâ zorlu bir yolculuk için onlara rehber olmam gerekiyordu.
Son
LORAN (Eitha 7)
Haku'nun verdiği ilaçlar sayesinde sabaha dek bebekler gibi uyudum. Uyandığımda dışarıda bir curcuna hakimdi. Eşyalarını binek kurtlarına, atlara ve at arabalarına yükleyen topluluğumuz geride önemli bir şey bırakıp bırakmadıklarını ve eksikleri olup olmadığını kontrol ediyordu. Çocuklar işin eğlencesinde bir o yana bir bu yana koşturup duruyordu. Topluluktaki bütün çocuklardan sorumlu bir öğretmenimiz vardı ve o da onları hizaya sokmaya çalışıyordu. Grupta iki de bebek vardı ve onlar da anneleriyle arabalarda yolculuk edecekti. Bir süre yayan yolculuk edip güneydeki iki dağın arasındaki engebeli yolu aştıktan sonra arabalara ve atlara binerek devam edecektik. Çünkü geçitten sonra yükleri paylaştırabileceğimiz daha çok yabani at yakalayabileceğimiz bir bölge vardı. Orada kısa bir mola verip ihtiyacımız kadar at yakalayarak daha hızlı bir şekilde yolumuza devam edecektik. Haku gözünün önünden fazla ayrılmamamı tembih ederken sandıklarını yük arabalarından birine, çantalarını da kurtlara yükleyip son kontrollerini yaptı. Her şey hazır görünüyordu. Ben de tüm haritalarımı, ölçüm aletlerimi ve notlarımın bulunduğu defterlerimi Haku'nun kurtlarından birine yükledim. Diğerleri kadar çok eşyam yoktu. Önemli birkaç malzememi de sırt çantama yerleştirmiştim. Grubumuzun sahip olabildiği bütün kıyafetler, örtüler ve ayakkabı gibi işe yarayabilecek her şey bir arabaya sığmıştı.
Yetiştirdiğimiz tavukları ve keçileri yanımızda götürme şansımız yoktu bu nedenle yanımıza alabildiğimiz kadar kurutulmuş ve tuzlanmış et stok edip geri kalanların hepsini doğaya serbest bıraktık. Tavuklar ve keçiler de soğuğa göre evrimleştiği için bir sorun yaşamayacaklardı. Gittiğimiz yerde yenilerini bulmamız gerekecekti. Elbette gittiğimiz yerde yaşayacak bir yer bulabilirsek ve de cömert bir doğa.
Elimdeki haritada izleyeceğimiz rotayı bir kez daha kontrol ettim. Güneye doğru ilerlerken hala mevcut olduğundan emin olabildiğim nehirleri ve diğer su kaynaklarını takip ederek biraz kıvrak bir yol izleyecektik. Bunun için ölçümlerime, pusulama ve yıldızlara güveniyordum. Elbette yolun kıvrılıp bükülmesi hem coğrafi nedenlerden ötürü hem de varlığını daha önce öğrendiğimiz tehlikeler nedeniyleydi. Bazen birkaç kişiyle beraber gizli ve hızlıca keşif yolculukları yapardık ve bu sayede agresif karakterli ve saldırgan insan gruplarından bazılarının kamplarını keşfetmeyi başarmıştık. Bunun yanı sıra tehlikeli yaban hayvanlarının yuvalandığı bölgeler de vardı. Tüm bunlardan mükemmel şekilde kaçınmak elbette mümkün değildi ama en azından tespit ettiklerimizden uzak durabilirdik.
Haritayı baştan aşağı gözlerimle tararken daldığım düşüncelerden Khazard'ın sesiyle kendime geldim. Khazard cesur, adil ve çok genç olmasına rağmen doğru kararlar alabilme yetisine sahipti. Grubun iyiliğine önem verir ve kararlarını buna göre alırdı. Bencil bir kişiliği yoktu. Stratejik zekaya sahipti. Bu sebeplerden dolayı onu grubun lideri olarak seçmiştik. Elbette yönetimi tek başına yapmıyordu. Hepimizin söz hakkı vardı ve her şeyi bize danışarak yapardı. Zaten hepimizin de grupta kendince bir görevi vardı ve biri olmadan diğerleri eksik kalıyordu. Bana rota hakkında birkaç detay sordu. Yakınından geçeceğimiz eski şehirler konusunda ne düşündüğümü merak ediyordu. Elbette birkaç gizli akın düzenlememiz gerekecekti. Grup güvenli bir noktada beklerken üç veya dört akıncıyı göndererek erzak ve ihtiyaç olabilecek başka malzemeler bulmalarını umacaktık. Bu akınlar için en iyi saatler sabahın erken saatleriydi. Geceleri ortaya çıkan Gezginlerin geri çekildiği ve yabancı insanların henüz ortalarda olmadığı saatler gizli hareketler için en iyi fırsattı. Khazard da benimle aynı düşünüyordu. Böylece herkesin hazır olduğu teyidini alıp yola çıkış emrini verdi.
Çocuklar öğretmenin etrafında düzenli şekilde yürüyor, arabalar, atlar ve kurtlar sırayla ilerliyordu. Adımlarımın sesi dönen tekerlerin gürültüsüne karışırken ardıma dönüp yedi yıldır yuvam olan minik kampımıza baktım. Çok geçmeden doğanın onu da kendisine alacağını bilmek terk edilmiş olmasından daha iç rahatlatıcı geliyordu. Sabah güneşi gözlerimi ve cildimi sızlatmaya başladığı için kuzgun paltoma sıkıca sarınıp şapkamı başıma geçirdim. Ve gruptan geri kalmamak için adımlarımı hızlandırarak yola devam ettim.
Son
LORAAAN (Eitha 8)
Rowan vadisinde iki günlük bir oyalanmaya sebep olsa da ihtiyacımızı karşılayacak kadar çatal boynuzlu yabani atlardan yakalamayı başarmıştık. Nükleer olaylar yüzünden evrim hızla devam ediyordu ve bütün hayvanlar gibi atlar da değişip hem boynuzlara hem de yayın balıklarına benzer bıyıklara sahip olmuştu. Yuları boynuzlarının dibine bağlamamız yeterli oluyor ve kolayca kontrol edilebiliyorlardı. Vadiyi geçeli neredeyse dört gün olmuştu ve kendimdeki değişimi artık daha net hissediyordum. Bu durum sinirlerimi epey yıpratmıştı. Sürekli yaşadığım açlık yüzünden odağımı kaybedip duruyor ve Haku’nun endişeli bakışlarıyla karşılaşıyordum. Dün sığındığımız bir mağarada geceyi geçirdiğimiz sırada yine ne kadar aç olduğumu düşünüp dururken daima haritalarıma meraklı olan küçük bir çocuğun damarlarında akan kanın sesini işiterek neredeyse hipnotize olmuşken Haku’nun enseme bir tokat patlatmasıyla kendime gelmiş ve aç hissettiğimde içmem için verdiği iksiri yudumlamıştım. İksirin etkisi her seferinde biraz daha az sürüyor gibiydi. Ya da zaman algımı kimi zaman kaybettiğim için bana öyle geliyordu. Haku benimle ilgilendiği için çok şanslıydım. Yoksa çoktan birine saldırmış ve neticesinde yok edilmiştim.
Bir süredir yüksek bir tepenin üzerinde kayaların ve ağaçların arasında saklanırken yağmurun dinmesini bekliyorduk. Tepenin aşağısında büyük ve eski bir şehir vardı. Defalarca yağmalanmışsa bile hala erzak ve giyecekle dolu evler, hastaneler, büyük alışveriş mekanları ve depolar olmalıydı. Uzaktan bile eskiden ihtişamlı olduğu belli olan binaların yıkık dökük bir halde olduğu görülebiliyordu. Şehrin büyük bir kısmı ormana dönüşmüştü. Yüksek binaların tepeleri ağaçların arasından yükseliyordu. Belli ki çok geçmeden tamamen ormanın altında kalacak ve zamanla toprağa daha çok gömülüp gidecekti. Yağmur şiddetini iyice artırırken herkes kayaların altına sığınmıştı. Böyle havalar tehlikeliydi. Gün ışığı kara bulutlar tarafından kesildiği için güçlü gezginler geceyi beklemeden ortaya çıkabilirdi. Bu nedenle fazla ses yapmadan beklemeliydik. Zaten çok yakında gece bastıracaktı. Khazard şafak vaktinde aşağıdaki şehir kalıntısına akın düzenlemek istiyordu. Bunun için birkaç kişi seçmişti. İçimizde en hızlı ve çevik olanlar güneş doğar doğmaz aşağıya inecek, dikkatlice ulaşabildiği binaları kontrol edecek ve üç saat içinde takip edilmediklerinden emin bir şekilde geri dönecekti. Takip ediliyorlarsa peşlerindekinden kurtulmadan buraya geri dönemezlerdi. Fakat onları sadece bir saat daha bekleyebilirdik yoksa grup tehlikeye düşerdi. Bu yönde kararlar aldıktan sonra güneş batmadan bir şeyler yedik ve herkes uyurken ben de nöbet tutanların arasına katıldım. Son günlerde daha az uyuyordum. Bu durum beni rahatsız etse de uykusuz kalmaktan ziyade uyumaya çalışmak beni yorduğu için nöbetlere katılmak iyi geliyordu.
Yağmurun şırıltısına ve rüzgarın sesine rağmen sık sık ormanın içinden çıtırtılar, homurtular ve ne olduğunu tam anlayamadığım başka sesler duyuyor gibi oluyordum. Geçirdiğim değişim duyma yetimi de etkiliyor olmalıydı. Bu bazen kontrolden çıkıp acı çekmeme sebep oluyordu. Örneğin bazen çocukların şakalaşırken attığı çığlıkları o kadar güçlü duyuyordum ki sesleri kulağımda korkunç bir çınlama yaratıyordu. Bazen adımlarımın sesi bile davul sesine dönüşüyor ve baygınlık geçiriyordum. Şimdi de yağmurun sesi ve uzaktan duyduğum ve neye ait olduğunu bilemediğim bu hışırtılar gittikçe daha da yükseliyor ve beynimin içinde yuvarlanan taşlar varmış gibi hissetmeme sebep oluyordu. Gezginler ateşten korktuğu için nöbet tutan diğer iki kişiyle beraber büyük bir kaya kovuğuna yaktığımız ateşin etrafındaydık. Ateş yandığı sürece gezginler bizi görse bile gruba yaklaşamazdı. Ve güneş doğduğunda da geldikleri yere dönmek zorunda kalırlardı. Ateşe baktıklarında bile yanıyormuş gibi hissediyorlardı. Aslında böyle hissettiklerini daha yeni anlıyordum. Çünkü artık ben de ateşe bakamıyordum. Diğerleri üşümemem için yanlarına sokulmamı söyleyip dursa da ben biraz daha mesafeli ve sırtımı ateşe dönük şekilde oturup karanlıklara bakıyordum. Karanlık bana artık korku yerine huzur veriyordu. Serinliği seviyordum. Havanın buz gibi olmasını seviyordum. Kışın gelmesini dört gözle bekliyordum. Rüzgarın uzaklardan taşıdığı kokuları seviyordum. Polen kokuları.. Ve kuşlar ve sincapların kokuları ve geyikler.. Ah geyikler sincaplardan daha lezzetli olurdu ve da daha kanlı canlı.. Ah işte ormanı ve rüzgarı düşünürken yine kafayı yiyordum. Bunu fark edip kendime gelmeye çalıştığım sırada tuhaf bir şey oldu. Rüzgarın bana fısıldadığını duydum. Veya beni tanıyan birisi adımı sayıklayıp duruyordu. Bu sayıklamaların arasında sesin kimden geldiğini anlamak için nöbet arkadaşlarıma ve kaya duvara yaslanarak uyumuş diğerlerine tek tek baktım. Hiçbirisi değildi. Ses uzaklardan, aşağıdaki şehir kalıntısından geliyor gibiydi. Ses daha da şiddetlenip “Kurtar beni Loran!” demeye başladığında paniğe kapılmak üzereydim. İyice kafayı yemeye başlamış olmalıydım. Beni tanıyan herkes bu grubun içindeyken adımı ilk defa yolumun düştüğü bu yerde kim fısıldıyor olabilirdi?
Şaşkınlığım Khazard’ın sesiyle bölündü. Bir süredir düşüncelerimle ve bana seslenen fısıltılarla meşgul olduğum için çevremde olanları fark etmemiştim. Şafak vakti yaklaşmıştı. Khazard şehre kendisinin de gideceğini söyleyerek beni başka bir şaşkınlığa sürükledi. Buna itiraz ettim. Aşağıda başına bir şey gelirse gurubu kim idare edecekti? Fakat itirazım kabul edilmedi. Khazard bazen tuhaf rüyalar görürdü ve rüyalarını doğru yorumladığında gerçekten faydalı şeyler olurdu. Az önce uyurken bir rüya görmüştü ve ne olduğunu anlatmasa da mutlaka şehre inmesi gerektiğine inanıyordu. Diğerleri de bu karara itiraz etmesine rağmen sözünden geri dönmedi. Ve altı kişilik ekiple yola düştü. Böyle durumlarda beklemek her zaman stresli olurdu ama liderimizin de kendini tehlikeye atıyor olması durumu daha da gergin bir hale getirmişti. Onlar ilerlerken güneş yükseldi. Ağaçların arasında kayboldukları noktaya bakıp durmak sinirlerimi bozuyordu. Böylece üç saat geçti ve geri dönen olmadı. İşte bu yola çıktığımızdan beri yaşadığımız ilk felaketti. Daha önce üzerine konuşmuş olsak da ne yapmamız gerektiğine karar vermek çok zordu. Bir saat daha bekledik. Hala kimse dönmeyince bir yarım saat daha vakit verdik. En sonunda Haku kararlara uymamız ve grubu korumamız gerektiğini hatırlattı. Eğer geri dönebilecek durumdalarsa rotayı bildikleri için bizi yolda bulabileceklerini düşünüyordu. Ve burada fazla oyalanırsak onları yolda yakalama şansımız da azalacaktı. Bu nedenle yola devam ettik. Fakat beni rahatsız edip duran bir şeyler vardı ve bunların ne olduğunu bir türlü çözemiyordum.
Düşünceler arasında yürümeye devam ederken bir anda kalbime bıçak saplanmış gibi hissedip neler olduğunu anlayamadan yere yığıldım. Kalp krizi geçiriyor gibiydim. Haku yanıma koşmuştu ve bana bir şeyler söyleyip bir şeyler içirmeye çalışırken onu duyamıyordum. Kontrolümü kaybediyor olmamdan korkuyordum ve eminim o da aynı şeyden korkuyordu. Bana bakışlarından bu çok net anlaşılabilirdi. Nefes alamıyor ve düşünemiyordum. Şakaklarımdaki damarların şiştiğini ve gözlerime kan oturduğunu hissediyordum. Sonra garip bir şey oldu. Şehirde kaybolan arkadaşlarımın ve Khazard’ın yaşadığını hissettim. Bunu tarif etmek imkansızdı ama yaşadıklarını biliyordum. En azından üçü hayattaydı. Ve onları bulmak zorundaydım. Ve işte yine o ses, rüzgarın içindeki fısıltı benden yardım istiyordu.
Son
LORAN (Eitha 7)
Haku'nun verdiği ilaçlar sayesinde sabaha dek bebekler gibi uyudum. Uyandığımda dışarıda bir curcuna hakimdi. Eşyalarını binek kurtlarına, atlara ve at arabalarına yükleyen topluluğumuz geride önemli bir şey bırakıp bırakmadıklarını ve eksikleri olup olmadığını kontrol ediyordu. Çocuklar işin eğlencesinde bir o yana bir bu yana koşturup duruyordu. Topluluktaki bütün çocuklardan sorumlu bir öğretmenimiz vardı ve o da onları hizaya sokmaya çalışıyordu. Grupta iki de bebek vardı ve onlar da anneleriyle arabalarda yolculuk edecekti. Bir süre yayan yolculuk edip güneydeki iki dağın arasındaki engebeli yolu aştıktan sonra arabalara ve atlara binerek devam edecektik. Çünkü geçitten sonra yükleri paylaştırabileceğimiz daha çok yabani at yakalayabileceğimiz bir bölge vardı. Orada kısa bir mola verip ihtiyacımız kadar at yakalayarak daha hızlı bir şekilde yolumuza devam edecektik. Haku gözünün önünden fazla ayrılmamamı tembih ederken sandıklarını yük arabalarından birine, çantalarını da kurtlara yükleyip son kontrollerini yaptı. Her şey hazır görünüyordu. Ben de tüm haritalarımı, ölçüm aletlerimi ve notlarımın bulunduğu defterlerimi Haku'nun kurtlarından birine yükledim. Diğerleri kadar çok eşyam yoktu. Önemli birkaç malzememi de sırt çantama yerleştirmiştim. Grubumuzun sahip olabildiği bütün kıyafetler, örtüler ve ayakkabı gibi işe yarayabilecek her şey bir arabaya sığmıştı.
Yetiştirdiğimiz tavukları ve keçileri yanımızda götürme şansımız yoktu bu nedenle yanımıza alabildiğimiz kadar kurutulmuş ve tuzlanmış et stok edip geri kalanların hepsini doğaya serbest bıraktık. Tavuklar ve keçiler de soğuğa göre evrimleştiği için bir sorun yaşamayacaklardı. Gittiğimiz yerde yenilerini bulmamız gerekecekti. Elbette gittiğimiz yerde yaşayacak bir yer bulabilirsek ve de cömert bir doğa.
Elimdeki haritada izleyeceğimiz rotayı bir kez daha kontrol ettim. Güneye doğru ilerlerken hala mevcut olduğundan emin olabildiğim nehirleri ve diğer su kaynaklarını takip ederek biraz kıvrak bir yol izleyecektik. Bunun için ölçümlerime, pusulama ve yıldızlara güveniyordum. Elbette yolun kıvrılıp bükülmesi hem coğrafi nedenlerden ötürü hem de varlığını daha önce öğrendiğimiz tehlikeler nedeniyleydi. Bazen birkaç kişiyle beraber gizli ve hızlıca keşif yolculukları yapardık ve bu sayede agresif karakterli ve saldırgan insan gruplarından bazılarının kamplarını keşfetmeyi başarmıştık. Bunun yanı sıra tehlikeli yaban hayvanlarının yuvalandığı bölgeler de vardı. Tüm bunlardan mükemmel şekilde kaçınmak elbette mümkün değildi ama en azından tespit ettiklerimizden uzak durabilirdik.
Haritayı baştan aşağı gözlerimle tararken daldığım düşüncelerden Khazard'ın sesiyle kendime geldim. Khazard cesur, adil ve çok genç olmasına rağmen doğru kararlar alabilme yetisine sahipti. Grubun iyiliğine önem verir ve kararlarını buna göre alırdı. Bencil bir kişiliği yoktu. Stratejik zekaya sahipti. Bu sebeplerden dolayı onu grubun lideri olarak seçmiştik. Elbette yönetimi tek başına yapmıyordu. Hepimizin söz hakkı vardı ve her şeyi bize danışarak yapardı. Zaten hepimizin de grupta kendince bir görevi vardı ve biri olmadan diğerleri eksik kalıyordu. Bana rota hakkında birkaç detay sordu. Yakınından geçeceğimiz eski şehirler konusunda ne düşündüğümü merak ediyordu. Elbette birkaç gizli akın düzenlememiz gerekecekti. Grup güvenli bir noktada beklerken üç veya dört akıncıyı göndererek erzak ve ihtiyaç olabilecek başka malzemeler bulmalarını umacaktık. Bu akınlar için en iyi saatler sabahın erken saatleriydi. Geceleri ortaya çıkan Gezginlerin geri çekildiği ve yabancı insanların henüz ortalarda olmadığı saatler gizli hareketler için en iyi fırsattı. Khazard da benimle aynı düşünüyordu. Böylece herkesin hazır olduğu teyidini alıp yola çıkış emrini verdi.
Çocuklar öğretmenin etrafında düzenli şekilde yürüyor, arabalar, atlar ve kurtlar sırayla ilerliyordu. Adımlarımın sesi dönen tekerlerin gürültüsüne karışırken ardıma dönüp yedi yıldır yuvam olan minik kampımıza baktım. Çok geçmeden doğanın onu da kendisine alacağını bilmek terk edilmiş olmasından daha iç rahatlatıcı geliyordu. Sabah güneşi gözlerimi ve cildimi sızlatmaya başladığı için kuzgun paltoma sıkıca sarınıp şapkamı başıma geçirdim. Ve gruptan geri kalmamak için adımlarımı hızlandırarak yola devam ettim.
Son
LORAAAN (Eitha 8)
Rowan vadisinde iki günlük bir oyalanmaya sebep olsa da ihtiyacımızı karşılayacak kadar çatal boynuzlu yabani atlardan yakalamayı başarmıştık. Nükleer olaylar yüzünden evrim hızla devam ediyordu ve bütün hayvanlar gibi atlar da değişip hem boynuzlara hem de yayın balıklarına benzer bıyıklara sahip olmuştu. Yuları boynuzlarının dibine bağlamamız yeterli oluyor ve kolayca kontrol edilebiliyorlardı. Vadiyi geçeli neredeyse dört gün olmuştu ve kendimdeki değişimi artık daha net hissediyordum. Bu durum sinirlerimi epey yıpratmıştı. Sürekli yaşadığım açlık yüzünden odağımı kaybedip duruyor ve Haku’nun endişeli bakışlarıyla karşılaşıyordum. Dün sığındığımız bir mağarada geceyi geçirdiğimiz sırada yine ne kadar aç olduğumu düşünüp dururken daima haritalarıma meraklı olan küçük bir çocuğun damarlarında akan kanın sesini işiterek neredeyse hipnotize olmuşken Haku’nun enseme bir tokat patlatmasıyla kendime gelmiş ve aç hissettiğimde içmem için verdiği iksiri yudumlamıştım. İksirin etkisi her seferinde biraz daha az sürüyor gibiydi. Ya da zaman algımı kimi zaman kaybettiğim için bana öyle geliyordu. Haku benimle ilgilendiği için çok şanslıydım. Yoksa çoktan birine saldırmış ve neticesinde yok edilmiştim.
Bir süredir yüksek bir tepenin üzerinde kayaların ve ağaçların arasında saklanırken yağmurun dinmesini bekliyorduk. Tepenin aşağısında büyük ve eski bir şehir vardı. Defalarca yağmalanmışsa bile hala erzak ve giyecekle dolu evler, hastaneler, büyük alışveriş mekanları ve depolar olmalıydı. Uzaktan bile eskiden ihtişamlı olduğu belli olan binaların yıkık dökük bir halde olduğu görülebiliyordu. Şehrin büyük bir kısmı ormana dönüşmüştü. Yüksek binaların tepeleri ağaçların arasından yükseliyordu. Belli ki çok geçmeden tamamen ormanın altında kalacak ve zamanla toprağa daha çok gömülüp gidecekti. Yağmur şiddetini iyice artırırken herkes kayaların altına sığınmıştı. Böyle havalar tehlikeliydi. Gün ışığı kara bulutlar tarafından kesildiği için güçlü gezginler geceyi beklemeden ortaya çıkabilirdi. Bu nedenle fazla ses yapmadan beklemeliydik. Zaten çok yakında gece bastıracaktı. Khazard şafak vaktinde aşağıdaki şehir kalıntısına akın düzenlemek istiyordu. Bunun için birkaç kişi seçmişti. İçimizde en hızlı ve çevik olanlar güneş doğar doğmaz aşağıya inecek, dikkatlice ulaşabildiği binaları kontrol edecek ve üç saat içinde takip edilmediklerinden emin bir şekilde geri dönecekti. Takip ediliyorlarsa peşlerindekinden kurtulmadan buraya geri dönemezlerdi. Fakat onları sadece bir saat daha bekleyebilirdik yoksa grup tehlikeye düşerdi. Bu yönde kararlar aldıktan sonra güneş batmadan bir şeyler yedik ve herkes uyurken ben de nöbet tutanların arasına katıldım. Son günlerde daha az uyuyordum. Bu durum beni rahatsız etse de uykusuz kalmaktan ziyade uyumaya çalışmak beni yorduğu için nöbetlere katılmak iyi geliyordu.
Yağmurun şırıltısına ve rüzgarın sesine rağmen sık sık ormanın içinden çıtırtılar, homurtular ve ne olduğunu tam anlayamadığım başka sesler duyuyor gibi oluyordum. Geçirdiğim değişim duyma yetimi de etkiliyor olmalıydı. Bu bazen kontrolden çıkıp acı çekmeme sebep oluyordu. Örneğin bazen çocukların şakalaşırken attığı çığlıkları o kadar güçlü duyuyordum ki sesleri kulağımda korkunç bir çınlama yaratıyordu. Bazen adımlarımın sesi bile davul sesine dönüşüyor ve baygınlık geçiriyordum. Şimdi de yağmurun sesi ve uzaktan duyduğum ve neye ait olduğunu bilemediğim bu hışırtılar gittikçe daha da yükseliyor ve beynimin içinde yuvarlanan taşlar varmış gibi hissetmeme sebep oluyordu. Gezginler ateşten korktuğu için nöbet tutan diğer iki kişiyle beraber büyük bir kaya kovuğuna yaktığımız ateşin etrafındaydık. Ateş yandığı sürece gezginler bizi görse bile gruba yaklaşamazdı. Ve güneş doğduğunda da geldikleri yere dönmek zorunda kalırlardı. Ateşe baktıklarında bile yanıyormuş gibi hissediyorlardı. Aslında böyle hissettiklerini daha yeni anlıyordum. Çünkü artık ben de ateşe bakamıyordum. Diğerleri üşümemem için yanlarına sokulmamı söyleyip dursa da ben biraz daha mesafeli ve sırtımı ateşe dönük şekilde oturup karanlıklara bakıyordum. Karanlık bana artık korku yerine huzur veriyordu. Serinliği seviyordum. Havanın buz gibi olmasını seviyordum. Kışın gelmesini dört gözle bekliyordum. Rüzgarın uzaklardan taşıdığı kokuları seviyordum. Polen kokuları.. Ve kuşlar ve sincapların kokuları ve geyikler.. Ah geyikler sincaplardan daha lezzetli olurdu ve da daha kanlı canlı.. Ah işte ormanı ve rüzgarı düşünürken yine kafayı yiyordum. Bunu fark edip kendime gelmeye çalıştığım sırada tuhaf bir şey oldu. Rüzgarın bana fısıldadığını duydum. Veya beni tanıyan birisi adımı sayıklayıp duruyordu. Bu sayıklamaların arasında sesin kimden geldiğini anlamak için nöbet arkadaşlarıma ve kaya duvara yaslanarak uyumuş diğerlerine tek tek baktım. Hiçbirisi değildi. Ses uzaklardan, aşağıdaki şehir kalıntısından geliyor gibiydi. Ses daha da şiddetlenip “Kurtar beni Loran!” demeye başladığında paniğe kapılmak üzereydim. İyice kafayı yemeye başlamış olmalıydım. Beni tanıyan herkes bu grubun içindeyken adımı ilk defa yolumun düştüğü bu yerde kim fısıldıyor olabilirdi?
Şaşkınlığım Khazard’ın sesiyle bölündü. Bir süredir düşüncelerimle ve bana seslenen fısıltılarla meşgul olduğum için çevremde olanları fark etmemiştim. Şafak vakti yaklaşmıştı. Khazard şehre kendisinin de gideceğini söyleyerek beni başka bir şaşkınlığa sürükledi. Buna itiraz ettim. Aşağıda başına bir şey gelirse gurubu kim idare edecekti? Fakat itirazım kabul edilmedi. Khazard bazen tuhaf rüyalar görürdü ve rüyalarını doğru yorumladığında gerçekten faydalı şeyler olurdu. Az önce uyurken bir rüya görmüştü ve ne olduğunu anlatmasa da mutlaka şehre inmesi gerektiğine inanıyordu. Diğerleri de bu karara itiraz etmesine rağmen sözünden geri dönmedi. Ve altı kişilik ekiple yola düştü. Böyle durumlarda beklemek her zaman stresli olurdu ama liderimizin de kendini tehlikeye atıyor olması durumu daha da gergin bir hale getirmişti. Onlar ilerlerken güneş yükseldi. Ağaçların arasında kayboldukları noktaya bakıp durmak sinirlerimi bozuyordu. Böylece üç saat geçti ve geri dönen olmadı. İşte bu yola çıktığımızdan beri yaşadığımız ilk felaketti. Daha önce üzerine konuşmuş olsak da ne yapmamız gerektiğine karar vermek çok zordu. Bir saat daha bekledik. Hala kimse dönmeyince bir yarım saat daha vakit verdik. En sonunda Haku kararlara uymamız ve grubu korumamız gerektiğini hatırlattı. Eğer geri dönebilecek durumdalarsa rotayı bildikleri için bizi yolda bulabileceklerini düşünüyordu. Ve burada fazla oyalanırsak onları yolda yakalama şansımız da azalacaktı. Bu nedenle yola devam ettik. Fakat beni rahatsız edip duran bir şeyler vardı ve bunların ne olduğunu bir türlü çözemiyordum.
Düşünceler arasında yürümeye devam ederken bir anda kalbime bıçak saplanmış gibi hissedip neler olduğunu anlayamadan yere yığıldım. Kalp krizi geçiriyor gibiydim. Haku yanıma koşmuştu ve bana bir şeyler söyleyip bir şeyler içirmeye çalışırken onu duyamıyordum. Kontrolümü kaybediyor olmamdan korkuyordum ve eminim o da aynı şeyden korkuyordu. Bana bakışlarından bu çok net anlaşılabilirdi. Nefes alamıyor ve düşünemiyordum. Şakaklarımdaki damarların şiştiğini ve gözlerime kan oturduğunu hissediyordum. Sonra garip bir şey oldu. Şehirde kaybolan arkadaşlarımın ve Khazard’ın yaşadığını hissettim. Bunu tarif etmek imkansızdı ama yaşadıklarını biliyordum. En azından üçü hayattaydı. Ve onları bulmak zorundaydım. Ve işte yine o ses, rüzgarın içindeki fısıltı benden yardım istiyordu.
Son
EİFUR (Eitha 9)
Gözyaşları yağmur gibi birer birer inerken yanaklarından gecenin içinden fırtına gibi esip geçti Eifur. Balo salonundan ayrılırken eline aldığı şamdan etrafındaki karanlığı aydınlatan tek şeydi. Taş basamaklardan uçarcasına inip kendini dışarıya attığında derin bir nefes alıp verdi. Yağmur yağacağa benziyordu. Fakat içeriye tekrar dönmektense sabaha kadar ıslanmayı tercih ederdi. Yolu takip edip sahile kadar yürüdü. Eteğinin uçları taşlara ve dal parçalarına takılıyor ve yırtılıyordu fakat umurunda bile değildi. Ayakkabının sağ tekinin topuğu yerinden çıktığında yere kapaklanmaktan son anda kurtuldu. Ardından ayakkabıları çıkartıp fırlattı ve yalınayak devam etti.
Ağaçların arasındaki yoldan sahile çıktığında önce bir durup etrafına bakındı. Kimse yoktu. Karanlık sahil şeridini yalnızca denize düşmüş ay ışığı aydınlatıyordu. ileride bir iskele vardı. Oraya doğru yaklaştığında iskelede bağlanmış bir uçurtma olduğunu fark etti. Oldukça yüksekte uçmaya devam eden uçurtma sahipsiz bir şekilde oraya bağlanıp bırakılmıştı. Bu oldukça şaşırtıcıydı. İyice yaklaştığında uçurtmanın altında salınan bir kağıt dikkatini çekti. Üzerinde bir not yazılı gibiydi. İpi tutup kendine çekmeye başladı notu okuduktan sonra uçurtmayı tekrar salabilirdi. Notu uçurtmada bağlandığı yerden aldı. Islanmasın diye şeffaf bir şeyle kaplanmıştı. Yazılanları okuduğunda ne düşünmesi gerektiğini bilemedi.
"Şatoya doğru ilerliyorlar. Işık ve ses dikkatlerini çekiyor. Onları durdurmak imkansız. Ölüler her yerde. Mümkün olduğunca hızlı bir şekilde bu adadan kaçın!"
Bu bir şaka olmalı diye düşündü. Herhalde birisi sahile gelenleri korkutmak için bu şakayı hazırlamıştı. Adaya balo için herkes gibi gemiyle gelmişti. Geminin tekrar gelip onları alması için sabahı beklemeleri gerekiyordu. Şatodan yükselen müzik sesleri buraya kadar geliyordu. Okuduklarının şaşkınlığıyla geriye dönüp ağaçların ardında şatonun olması gereken yere doğru baktı. Görebildiği tek şey en yüksek kulenin ay ışığında parlayan çatısıydı. Sonra bir anda müziğin kesildiğini fark etti. Rüzgar kulaklarına başka garip sesler taşıyordu. Ve bunlardan bazıları çığlık sesleriydi. Bir şeyler ters gidiyor olmalıydı. Elindeki nota tekrar baktı ve dikkatini çeken cümleyi yüksek sesle okudu "Ölüler her yerde.." İskeleden inip ne yapması gerektiğine karar vermeye çalıştı. Notta yazılanlar şakaysa bu çığlıkların sebebi ne olabilirdi? Bir yangın mı çıkmıştı? Ya da bir hırsız veya katil mi vardı? Geldiği yöne doğru yürüyordu.
Ağaçlıklı yola tam yaklaşmışken bir anda birisinin ardından gelip onu yakalamasıyla dehşete kapıldı. Onu tutup bir yandan bağırmaması için ağzını kapatan kişi kendisiyle beraber Eifur'u da ağaçların arasına çekti. Onu yakalayan genç adam sakin olması gerektiğini fısıldarken Eifur ağaçların ötesinde gördüğü şey karşısında donup kaldı. Artık ne bağırabilir ne de hareket edebilir durumdaydı. Korku tüm hücrelerini sarmıştı. Sahile gelmek için kullandığı yolda bir ölü yürüyordu. Bir zombi. Bir canavar... Fakat bu nasıl olabilirdi. Kendisini kurtaran gence dönüp korku ve şaşkınlıkla baktı. Şimdi ne yapmaları gerekiyordu ve bu durumdan nasıl kurtulabilirlerdi bilemiyordu. Genç adam sessiz olması gerektiğini işaret edip elinden tuttu ve önceden gözüne kestirdiği bir patikadan ilerlemesi için ona yol gösterdi. Artık bu gece daha kötü olamazdı.
Son
YÜCELER (Eitha 10)
Elina herkes kadar kederlere bürünmüş ve ışığını yitirmiş yüzünde yüreğindeki acıyı gizleyen büyük bir ciddiyetle "Manu'nun köklerindeki hastalık tüm ağacı kuruttu. Çiçekleri solalı zaten yüzyıllar oluyor. Bu konuda sizi defalarca uyardım fakat beni son ana kadar ciddiye almadınız. Hastalık yayıldıkça Gölge ve müritleri güçlendi. Ağacın dallarından ve köklerinden tüm evrenlere yayıldılar. Evrende çatlaklar peyda oldu. Bu çatlaklardan zamanda ve mekanda yaşanan sızıntılar öngörülemez felaketlere yol açmaya başladı. Eitha'nın başına gelenlerde ve Vhalar'ın çareyi ikisinin de felaketinde bulmasında bile Manu'ya yayılan ve onu çürüten hastalığın payı var." dedikten sonra bir süre sustu ve söylediklerinin anlaşıldığından emin olmaya çalıştı.
Yüceler, Vhalar ve Elina gibi göksel varlıkların ve Eitha gibi sıradan bir insanken yükseltilmiş olan kahramanların atalarıydı ve canları istemedikçe hiçbir işe karışmazlardı. Ancak tüm bu olanlardan onlar da etkilenmeye başlamıştı. Manu bütün evrenleri bir arada tutan, enerji akışını sağlayan ve hayat sunan kadim ve büyülü bir ağaçtı. Hayat sunduğu kadar her evrenin ve her şeyin içine yayılan dalları ve kökleriyle kurduğu bağlar nedeniyle bir yandan da tehlikeli bir zayıf nokta gibiydi. Gölge, ağacın köklerine hastalık tohumlarını ekerek evrenlerdeki varlığını güçlendirmeye başlamış ve onunla mücadele her geçen gün zorlaşmıştı. Tüm uyarılara rağmen Yüceler ağacı önemsememişti. Vhalar ve Eitha'nın gücü de bir yere kadar yetmişti. Vhalar Manu'nun tohumunu ekip büyüten ve kutsal varlığını ağacı geliştirmek için feda eden Ori'nin soyundan geliyordu ve Gölge ile savaşabilecek en güçlü varlık oydu. Şimdi o da yokken her şey gittikçe kötüleşiyor, kurtardıkları evrenler de teker teker yeniden karanlığa düşüyordu. Böyle giderse sonsuz karanlık yakındı.
Yücelerden biri sarmaşıklarla örülmüş tahtının üzerinden hiç kımıldamadan ve vakurluğundan taviz vermeyen bir ifadesizlikle "Bu durumda öneriniz nedir kader tanrıçası Elina? Bilirsiniz ki yaşama müdahale etmemek en büyük ilkemizdir. Gölge ve ışığın savaşına karışmamamız bundandır." diye yanıtladı.
Elina içinde büyüyen öfkeyi derin bir nefesle sakinleştirdi. Zira sözlerindeki tek bir nükte veya kötü söz zar zor bir araya getirdiği kuruldan kovulmasına ve cezalandırılmasına neden olabilirdi. "Anlamanız gereken en önemli nokta şu ki..." dedikten sonra tekrar derin bir nefes alıp devam etti "Işık ve Gölge'nin mücadelesi normal şartlar altında Yüceleri ilgilendirmeyen bir meseleydi. Fakat Gölge'nin bu denli güçlenip, göksel varlıkları bile tehdit eder hale gelmesinde ve evrenlere sızmaya başlayıp Yüceler'in dünyasını bile etkilemesinde ne yazık ki Yüceler'in payı vardır..." Tam bu noktada Yüceler'den biri bağırarak sözlerini kesip sakin çizgisinden çıkmış olmasıyla kendi zümresini bile şaşkınlığa uğrattı. "Ne demek Yüceler'in payı vardır? Ne dediğinize dikkat edin canınıza mı susadınız yoksa Gölge aklınızla mı oynuyor?" O kadar öfkelenmişti ki bu suçlama karşısında tahtından ayağa fırlarken hiddetinden dolayı tahtı ören sarmaşıklar kuruyup solmuş ve dökülmüş, masmavi gökyüzü birden kara bulutlar ve şiddetli rüzgarla dolmuş, sesinin gücünden yer sarsılmıştı.
Toplantıyı yöneten Yüce Zaolin bir elini kaldırıp öfkeli arkadaşına sakin olmasını söyledi ve tek bir bakışıyla bozulan tahtın yeniden örülmesini ve havanın düzelmesini sağladı. "Elina var olduğundan beri hiçbirimize saygısızlık etmemiş ve ona verilen görevi her zaman dürüstçe yerine getirmiştir. Şimdi söylediklerinde de amacının hakaret veya suçlama olmadığından eminim. Açıklamasını bitirinceye kadar bölmemenizi temenni ederim." diyerek ortalığı yatıştırdı.
Elina devam edebileceğinden emin olunca ne demek istediğini açıklamaya çalıştı. "Biliyorsunuz ki Gölge Manu'ya sızdıktan sonra kontrol edilmesi güç bir hal aldı. Manu'yu kullanıp bütün evrenlere sızdı ve kötülük tohumlarını her yere saçtı. Manu'nun enerjisini kendi kontrolüne alıp onun özüne indi. Ve en sonunda ağacın tamamen kurumasını sağlayarak onunla savaşanların müdahale şansını yok etti. Vhalar ve Eitha gibi pek çok güçlü savaşçımız Manu'nun gücünü çalan Gölge tarafından düşürüldü. Ağacın gücünü almadan önce onunla savaşmak mümkünken bir kere köklerine sızdıktan sonra erişilemez bir hale geldi. Şimdi kendi evrenimizden mucizevi bir şekilde onu temizlemeyi başarsak bile artık diğer evrenlere erişmemiz mümkün değil. Ve bu hepimizin suçu. Manu'yu bir Yüce olan Ori büyüttü ve kendi özünü feda edip ağaca bu gücü verdi. İşte bu yüzden Gölge Manu'ya dokunduğundan beri aslında bu Yüceler'in meselesiydi."
Söylediklerini herkesin sindirmesini beklemek ve sessiz kalmak zordu. Aralarında konuşmaları için onlara müsaade edip biraz uzaklaşmıştı. Ormanın ortasında dairesel şekilde dizilmiş sarmaşıktan tahtlarda yedi Yüce ve onları geride ağaçların altında bekleyen hizmetkarlarını insanların dünyasından gören olsa ne düşünür diye merak etti. Herhalde ya komik gelir ya da korkunç diye karar verdi. Görevi kader kuyusunda karşısına kim çıkarsa iyi veya kötü ayırt etmeden talihini lehine değiştirmek olduğundan insanları ve diğer canlıları incelemek için çok fırsatı oluyordu. Yaptığı işten zaman zaman sıkılsa ve nefret etse de yapabileceği hiçbir şey yoktu. Sadece iyi olan kişiler için kaderi değiştirebilmek isterdi ama bunu yapması yasaktı. Kuyu ona kimi gösterirse göstersin seçim yapamazdı. En azından burada Yüceler'in gözlerini açmaya çalışarak farklı bir şeyler yapıyor olmak onu heyecanlandırmıştı. Fakat ne tepki vereceklerinden emin olamıyordu. Ama haksız olduğunu söyleyemezlerdi. Çünkü Yüceler dürüstlüğe önem verirdi. Burada zaman her yerdekinden farklı çalışıyordu. Buna rağmen beklemek o kadar uzun sürdü ki çiçekler dallarında eskiyip yerine yenileri yetişti.
Onu geri çağırdıklarında söylediklerinde haklılık payı olduğunu söylediler. Fakat ne yapılabileceği konusunda anlaşamamışlardı. İçlerinden birisi Manu'yu iyileştirmenin yolunu bulmakla başlamalıyız diye önerdi. Fakat bunu yapabilecek güç kimsede yoktu ve Vhalar ile birlikte bu şans yok olmuştu. Manu iyileşebilseydi hastalık arındıkça özündeki gücü ışığa aktarabilir ve göksel varlıklar ve kahramanlar bunun sayesinde güçlenip savaşabilirdi. İyileşen ağaç sayesinde tüm evrenlere ulaşıp hatayı düzeltebilir ve Gölge'ye haddini bildirebilirlerdi. Yüceler'in pek bir şeyle ilgilenmeden tahtlarında oturuyor olmaları bazen çok acınasıydı. Elina "Bir şans var." diye itiraz etti. "Vhalar'ın bir parçası evrenlerden birinde. Bunu gördüm. Ve ölmek üzereyken kuyuda karşıma çıktığında onu kurtardım. Ona ulaşabilirsek kim olduğunu hatırlayabilirse... İşte o zaman her şeyi düzeltebiliriz."
Bu şaşırtıcı açıklama karşısında herkesin yüzünde şaşkınlık emareleri belirmiş ve "Nasıl olur? Vhalar Eitha'nın ruhunu kurtarabilmek için kendininkini feda etmiş ve tek oğulları da yok olmuştu. O ritüelden geride sağ kalan bir şey olması mümkün değil." diye her şeye itiraz eden Yüce bir kez daha çıkıştı. Fakat Eline sakince konuşmaya devam etti.
"Görevimi yaparken Eitha ve Vhalar ile birden fazla kez karşılaştım. Bunlardan biri de o son ritüelleriydi. Ruhlarından hayata tutunmak isteyen birer parçayı iki çakıl taşına hapsetmelerini sağladım. Yüzyıllar boyunca taşlara kimse dokunmadı fakat haklarında bir efsane bölge halkı tarafından hiç unutulmadı. Taşlar bir şaman tarafından korumaya alındı ve hakkında konuşulması şamanlar dışında konunun paylaşılması yasaklandı. Onları bir inci gibi sakladılar. Günlerden bir gün hamile bir kadın doğum yaptığı sırada evrende yeni bir çatlak meydana geldi. Ve zaman ve mekan boyutundaki bu çatlağın hem iyi hem kötü sonuçları oldu. Bebek doğduğunda hareketsizdi. Şaman elinden geleni yaparken o iki çakıl taşını bebeğin avuçlarına koydu. Evrendeki çatlaktan sızan güç taşlara saklanan ruh parçalarını harekete geçirdi ve işte size bahsettiğim şey gerçekleşti. Doğan o bebeğin ruhu ile kaynaşıp hayata tutundular. Fakat hiç kimse olanların farkında değil. Bebeğin kendisi de öyle. Şimdi bir yetişkin oldu ve hala farkında değil. İşte size sunduğum çözüm bu. Ona ister göklere kurulan bir merdivenle ister yeraltına açılan bir kuyuyla ulaşmak zorundayız."
Herkes ne düşünmesi veya söylemesi gerektiğini bilemez durumda şaşkınca birbirine bakındı. Yapılması gereken artık belliyken ve sonucu bilinmese de atılacak adımlar varken şimdi sıra bunu nasıl yapacaklarını bulmaktaydı.
Son
Gözyaşları yağmur gibi birer birer inerken yanaklarından gecenin içinden fırtına gibi esip geçti Eifur. Balo salonundan ayrılırken eline aldığı şamdan etrafındaki karanlığı aydınlatan tek şeydi. Taş basamaklardan uçarcasına inip kendini dışarıya attığında derin bir nefes alıp verdi. Yağmur yağacağa benziyordu. Fakat içeriye tekrar dönmektense sabaha kadar ıslanmayı tercih ederdi. Yolu takip edip sahile kadar yürüdü. Eteğinin uçları taşlara ve dal parçalarına takılıyor ve yırtılıyordu fakat umurunda bile değildi. Ayakkabının sağ tekinin topuğu yerinden çıktığında yere kapaklanmaktan son anda kurtuldu. Ardından ayakkabıları çıkartıp fırlattı ve yalınayak devam etti.
Ağaçların arasındaki yoldan sahile çıktığında önce bir durup etrafına bakındı. Kimse yoktu. Karanlık sahil şeridini yalnızca denize düşmüş ay ışığı aydınlatıyordu. ileride bir iskele vardı. Oraya doğru yaklaştığında iskelede bağlanmış bir uçurtma olduğunu fark etti. Oldukça yüksekte uçmaya devam eden uçurtma sahipsiz bir şekilde oraya bağlanıp bırakılmıştı. Bu oldukça şaşırtıcıydı. İyice yaklaştığında uçurtmanın altında salınan bir kağıt dikkatini çekti. Üzerinde bir not yazılı gibiydi. İpi tutup kendine çekmeye başladı notu okuduktan sonra uçurtmayı tekrar salabilirdi. Notu uçurtmada bağlandığı yerden aldı. Islanmasın diye şeffaf bir şeyle kaplanmıştı. Yazılanları okuduğunda ne düşünmesi gerektiğini bilemedi.
"Şatoya doğru ilerliyorlar. Işık ve ses dikkatlerini çekiyor. Onları durdurmak imkansız. Ölüler her yerde. Mümkün olduğunca hızlı bir şekilde bu adadan kaçın!"
Bu bir şaka olmalı diye düşündü. Herhalde birisi sahile gelenleri korkutmak için bu şakayı hazırlamıştı. Adaya balo için herkes gibi gemiyle gelmişti. Geminin tekrar gelip onları alması için sabahı beklemeleri gerekiyordu. Şatodan yükselen müzik sesleri buraya kadar geliyordu. Okuduklarının şaşkınlığıyla geriye dönüp ağaçların ardında şatonun olması gereken yere doğru baktı. Görebildiği tek şey en yüksek kulenin ay ışığında parlayan çatısıydı. Sonra bir anda müziğin kesildiğini fark etti. Rüzgar kulaklarına başka garip sesler taşıyordu. Ve bunlardan bazıları çığlık sesleriydi. Bir şeyler ters gidiyor olmalıydı. Elindeki nota tekrar baktı ve dikkatini çeken cümleyi yüksek sesle okudu "Ölüler her yerde.." İskeleden inip ne yapması gerektiğine karar vermeye çalıştı. Notta yazılanlar şakaysa bu çığlıkların sebebi ne olabilirdi? Bir yangın mı çıkmıştı? Ya da bir hırsız veya katil mi vardı? Geldiği yöne doğru yürüyordu.
Ağaçlıklı yola tam yaklaşmışken bir anda birisinin ardından gelip onu yakalamasıyla dehşete kapıldı. Onu tutup bir yandan bağırmaması için ağzını kapatan kişi kendisiyle beraber Eifur'u da ağaçların arasına çekti. Onu yakalayan genç adam sakin olması gerektiğini fısıldarken Eifur ağaçların ötesinde gördüğü şey karşısında donup kaldı. Artık ne bağırabilir ne de hareket edebilir durumdaydı. Korku tüm hücrelerini sarmıştı. Sahile gelmek için kullandığı yolda bir ölü yürüyordu. Bir zombi. Bir canavar... Fakat bu nasıl olabilirdi. Kendisini kurtaran gence dönüp korku ve şaşkınlıkla baktı. Şimdi ne yapmaları gerekiyordu ve bu durumdan nasıl kurtulabilirlerdi bilemiyordu. Genç adam sessiz olması gerektiğini işaret edip elinden tuttu ve önceden gözüne kestirdiği bir patikadan ilerlemesi için ona yol gösterdi. Artık bu gece daha kötü olamazdı.
Son
YÜCELER (Eitha 10)
Elina herkes kadar kederlere bürünmüş ve ışığını yitirmiş yüzünde yüreğindeki acıyı gizleyen büyük bir ciddiyetle "Manu'nun köklerindeki hastalık tüm ağacı kuruttu. Çiçekleri solalı zaten yüzyıllar oluyor. Bu konuda sizi defalarca uyardım fakat beni son ana kadar ciddiye almadınız. Hastalık yayıldıkça Gölge ve müritleri güçlendi. Ağacın dallarından ve köklerinden tüm evrenlere yayıldılar. Evrende çatlaklar peyda oldu. Bu çatlaklardan zamanda ve mekanda yaşanan sızıntılar öngörülemez felaketlere yol açmaya başladı. Eitha'nın başına gelenlerde ve Vhalar'ın çareyi ikisinin de felaketinde bulmasında bile Manu'ya yayılan ve onu çürüten hastalığın payı var." dedikten sonra bir süre sustu ve söylediklerinin anlaşıldığından emin olmaya çalıştı.
Yüceler, Vhalar ve Elina gibi göksel varlıkların ve Eitha gibi sıradan bir insanken yükseltilmiş olan kahramanların atalarıydı ve canları istemedikçe hiçbir işe karışmazlardı. Ancak tüm bu olanlardan onlar da etkilenmeye başlamıştı. Manu bütün evrenleri bir arada tutan, enerji akışını sağlayan ve hayat sunan kadim ve büyülü bir ağaçtı. Hayat sunduğu kadar her evrenin ve her şeyin içine yayılan dalları ve kökleriyle kurduğu bağlar nedeniyle bir yandan da tehlikeli bir zayıf nokta gibiydi. Gölge, ağacın köklerine hastalık tohumlarını ekerek evrenlerdeki varlığını güçlendirmeye başlamış ve onunla mücadele her geçen gün zorlaşmıştı. Tüm uyarılara rağmen Yüceler ağacı önemsememişti. Vhalar ve Eitha'nın gücü de bir yere kadar yetmişti. Vhalar Manu'nun tohumunu ekip büyüten ve kutsal varlığını ağacı geliştirmek için feda eden Ori'nin soyundan geliyordu ve Gölge ile savaşabilecek en güçlü varlık oydu. Şimdi o da yokken her şey gittikçe kötüleşiyor, kurtardıkları evrenler de teker teker yeniden karanlığa düşüyordu. Böyle giderse sonsuz karanlık yakındı.
Yücelerden biri sarmaşıklarla örülmüş tahtının üzerinden hiç kımıldamadan ve vakurluğundan taviz vermeyen bir ifadesizlikle "Bu durumda öneriniz nedir kader tanrıçası Elina? Bilirsiniz ki yaşama müdahale etmemek en büyük ilkemizdir. Gölge ve ışığın savaşına karışmamamız bundandır." diye yanıtladı.
Elina içinde büyüyen öfkeyi derin bir nefesle sakinleştirdi. Zira sözlerindeki tek bir nükte veya kötü söz zar zor bir araya getirdiği kuruldan kovulmasına ve cezalandırılmasına neden olabilirdi. "Anlamanız gereken en önemli nokta şu ki..." dedikten sonra tekrar derin bir nefes alıp devam etti "Işık ve Gölge'nin mücadelesi normal şartlar altında Yüceleri ilgilendirmeyen bir meseleydi. Fakat Gölge'nin bu denli güçlenip, göksel varlıkları bile tehdit eder hale gelmesinde ve evrenlere sızmaya başlayıp Yüceler'in dünyasını bile etkilemesinde ne yazık ki Yüceler'in payı vardır..." Tam bu noktada Yüceler'den biri bağırarak sözlerini kesip sakin çizgisinden çıkmış olmasıyla kendi zümresini bile şaşkınlığa uğrattı. "Ne demek Yüceler'in payı vardır? Ne dediğinize dikkat edin canınıza mı susadınız yoksa Gölge aklınızla mı oynuyor?" O kadar öfkelenmişti ki bu suçlama karşısında tahtından ayağa fırlarken hiddetinden dolayı tahtı ören sarmaşıklar kuruyup solmuş ve dökülmüş, masmavi gökyüzü birden kara bulutlar ve şiddetli rüzgarla dolmuş, sesinin gücünden yer sarsılmıştı.
Toplantıyı yöneten Yüce Zaolin bir elini kaldırıp öfkeli arkadaşına sakin olmasını söyledi ve tek bir bakışıyla bozulan tahtın yeniden örülmesini ve havanın düzelmesini sağladı. "Elina var olduğundan beri hiçbirimize saygısızlık etmemiş ve ona verilen görevi her zaman dürüstçe yerine getirmiştir. Şimdi söylediklerinde de amacının hakaret veya suçlama olmadığından eminim. Açıklamasını bitirinceye kadar bölmemenizi temenni ederim." diyerek ortalığı yatıştırdı.
Elina devam edebileceğinden emin olunca ne demek istediğini açıklamaya çalıştı. "Biliyorsunuz ki Gölge Manu'ya sızdıktan sonra kontrol edilmesi güç bir hal aldı. Manu'yu kullanıp bütün evrenlere sızdı ve kötülük tohumlarını her yere saçtı. Manu'nun enerjisini kendi kontrolüne alıp onun özüne indi. Ve en sonunda ağacın tamamen kurumasını sağlayarak onunla savaşanların müdahale şansını yok etti. Vhalar ve Eitha gibi pek çok güçlü savaşçımız Manu'nun gücünü çalan Gölge tarafından düşürüldü. Ağacın gücünü almadan önce onunla savaşmak mümkünken bir kere köklerine sızdıktan sonra erişilemez bir hale geldi. Şimdi kendi evrenimizden mucizevi bir şekilde onu temizlemeyi başarsak bile artık diğer evrenlere erişmemiz mümkün değil. Ve bu hepimizin suçu. Manu'yu bir Yüce olan Ori büyüttü ve kendi özünü feda edip ağaca bu gücü verdi. İşte bu yüzden Gölge Manu'ya dokunduğundan beri aslında bu Yüceler'in meselesiydi."
Söylediklerini herkesin sindirmesini beklemek ve sessiz kalmak zordu. Aralarında konuşmaları için onlara müsaade edip biraz uzaklaşmıştı. Ormanın ortasında dairesel şekilde dizilmiş sarmaşıktan tahtlarda yedi Yüce ve onları geride ağaçların altında bekleyen hizmetkarlarını insanların dünyasından gören olsa ne düşünür diye merak etti. Herhalde ya komik gelir ya da korkunç diye karar verdi. Görevi kader kuyusunda karşısına kim çıkarsa iyi veya kötü ayırt etmeden talihini lehine değiştirmek olduğundan insanları ve diğer canlıları incelemek için çok fırsatı oluyordu. Yaptığı işten zaman zaman sıkılsa ve nefret etse de yapabileceği hiçbir şey yoktu. Sadece iyi olan kişiler için kaderi değiştirebilmek isterdi ama bunu yapması yasaktı. Kuyu ona kimi gösterirse göstersin seçim yapamazdı. En azından burada Yüceler'in gözlerini açmaya çalışarak farklı bir şeyler yapıyor olmak onu heyecanlandırmıştı. Fakat ne tepki vereceklerinden emin olamıyordu. Ama haksız olduğunu söyleyemezlerdi. Çünkü Yüceler dürüstlüğe önem verirdi. Burada zaman her yerdekinden farklı çalışıyordu. Buna rağmen beklemek o kadar uzun sürdü ki çiçekler dallarında eskiyip yerine yenileri yetişti.
Onu geri çağırdıklarında söylediklerinde haklılık payı olduğunu söylediler. Fakat ne yapılabileceği konusunda anlaşamamışlardı. İçlerinden birisi Manu'yu iyileştirmenin yolunu bulmakla başlamalıyız diye önerdi. Fakat bunu yapabilecek güç kimsede yoktu ve Vhalar ile birlikte bu şans yok olmuştu. Manu iyileşebilseydi hastalık arındıkça özündeki gücü ışığa aktarabilir ve göksel varlıklar ve kahramanlar bunun sayesinde güçlenip savaşabilirdi. İyileşen ağaç sayesinde tüm evrenlere ulaşıp hatayı düzeltebilir ve Gölge'ye haddini bildirebilirlerdi. Yüceler'in pek bir şeyle ilgilenmeden tahtlarında oturuyor olmaları bazen çok acınasıydı. Elina "Bir şans var." diye itiraz etti. "Vhalar'ın bir parçası evrenlerden birinde. Bunu gördüm. Ve ölmek üzereyken kuyuda karşıma çıktığında onu kurtardım. Ona ulaşabilirsek kim olduğunu hatırlayabilirse... İşte o zaman her şeyi düzeltebiliriz."
Bu şaşırtıcı açıklama karşısında herkesin yüzünde şaşkınlık emareleri belirmiş ve "Nasıl olur? Vhalar Eitha'nın ruhunu kurtarabilmek için kendininkini feda etmiş ve tek oğulları da yok olmuştu. O ritüelden geride sağ kalan bir şey olması mümkün değil." diye her şeye itiraz eden Yüce bir kez daha çıkıştı. Fakat Eline sakince konuşmaya devam etti.
"Görevimi yaparken Eitha ve Vhalar ile birden fazla kez karşılaştım. Bunlardan biri de o son ritüelleriydi. Ruhlarından hayata tutunmak isteyen birer parçayı iki çakıl taşına hapsetmelerini sağladım. Yüzyıllar boyunca taşlara kimse dokunmadı fakat haklarında bir efsane bölge halkı tarafından hiç unutulmadı. Taşlar bir şaman tarafından korumaya alındı ve hakkında konuşulması şamanlar dışında konunun paylaşılması yasaklandı. Onları bir inci gibi sakladılar. Günlerden bir gün hamile bir kadın doğum yaptığı sırada evrende yeni bir çatlak meydana geldi. Ve zaman ve mekan boyutundaki bu çatlağın hem iyi hem kötü sonuçları oldu. Bebek doğduğunda hareketsizdi. Şaman elinden geleni yaparken o iki çakıl taşını bebeğin avuçlarına koydu. Evrendeki çatlaktan sızan güç taşlara saklanan ruh parçalarını harekete geçirdi ve işte size bahsettiğim şey gerçekleşti. Doğan o bebeğin ruhu ile kaynaşıp hayata tutundular. Fakat hiç kimse olanların farkında değil. Bebeğin kendisi de öyle. Şimdi bir yetişkin oldu ve hala farkında değil. İşte size sunduğum çözüm bu. Ona ister göklere kurulan bir merdivenle ister yeraltına açılan bir kuyuyla ulaşmak zorundayız."
Herkes ne düşünmesi veya söylemesi gerektiğini bilemez durumda şaşkınca birbirine bakındı. Yapılması gereken artık belliyken ve sonucu bilinmese de atılacak adımlar varken şimdi sıra bunu nasıl yapacaklarını bulmaktaydı.
Son
Keşke her dilek gerçek olsa...Tabii güzel dilekler:) Kedi balığı güzelmiş. Kalemine sağlık... Bu arada iyi bayramlar...
YanıtlaSilDeep bu öykü rüyaların gibiymiş. Bol hareketli ve ilgi çekici. 😀 Kalemine sağlık.
YanıtlaSilBenim dileklerim de dilek kapısından kaçıp ne zaman gerçek olur acaba? Olsa çok iyi olurdu... Ellerine sağlık deep. Yine çok tatlı olmuş. :)
YanıtlaSilYüreğine sağlık Deep. Mutlu bayramlar 😍🍬🧿🤚😊
YanıtlaSilKalemine sağlık deep :) iyi bayramlar...
YanıtlaSilKeşke çok isteyip de, erişemediğimiz için kalbimize gömmek zorunda kaldığımız her şey ve herkes, mucizevî şekilde ansızın karşımıza çıksa!
YanıtlaSilhttps://fairytaleess.blogspot.com/2021/07/bir-agustos-gecesi-kelime-oyunu-34.html
YanıtlaSilsevgili ilkay ın yazısısı :)
https://depresifpatates.blogspot.com/2021/07/kelime-oyunu-34.html
YanıtlaSilsevgili eylül su nun yazısısı :)
bu hafta şimdilik yazan 3 kişi olduk,
YanıtlaSileylül su
ilkay
deep
:)
sessiz gemi de yazacak bugünlerde :)
35. İçin kelimeler gözyaşı, şamdan, balo salonu, uçurtma ve deniz olsun mu senin için ve yazacaklar için de uygunsa? :))
YanıtlaSileylül su.
Siluygun tabii, ne güzel kelimeler yaa, bak dün akşam ilkay ile konuştuk, 35 i o verecek, seninkiler de 36 olsun, olur muuuuu noluuur :)
anime gibi olmuş bu kaguya gibi veya soul vardı ya film olan onlara benzer kısa bir film çıkar bundan çok tatlıı :)
YanıtlaSil